Güncel

SÖYLEŞİ | Leyla Güven: “Örgütlü bir halkız ve halkımızla birlikte bu koronadan korunmaya çalışıyoruz.”

"Gerçekten büyük acıların yaşandığı bir coğrafyanın temsilcileriyiz. O yüzden doğru bildiğimiz şeyleri savunmaya devam edeceğiz. Halkımızla birlikte mücadelemizi her alanda yükselterek devam edeceğiz"

Koronavirüs pandemisinin yaygınlaşmasının ardından en önemli risk bölgelerinden biri de Kürdistan coğrafyasıydı. Vakaların en çok görüldüğü İran’la komşu olması nedeniyle büyük risk barından bölgede çalışmalar, vakaların görülmeye başlanmasından önce de başlatılmıştı.

Bölge milletvekillerinden ve Demokratik Toplum Kongresi(DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven ile Kürdistan’da koronavirüs pandemisini, alınan önlemleri ve kurulan dayanışma ağlarını konuştuk.

Yine, korona günlerinde bile AKP hükümetinin kayyum saldırılarını ve çıkartılan infaz paketini bu süreç açısından değerlendiren Güven, siyasi tutsaklar için ‘düşman hukuku’ işletildiğini vurgulayarak mücadeleyi büyütme çağrısı yaptı.

İlk olarak koronalı günlerde bölgede durum nedir, süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Önlemler yeterli mi?

Koronavirüs bütün dünyada olduğu gibi Kuzey Kürdistan’da da insan yaşamını tehdit etmeye devam ediyor. Yani nedenleri niçinleri üzerinden şu anda çok tartışılmasa da, ileride hayatta kalanlar kuşkusuz bunun her ayrıntısını tartışacaklar. Çünkü konuşacaklar; “koronavirüs nasıl geldi, kimler öngörebildi, kimler tedbir aldı, hangi alanda yatırım yapanlar kendi halkını koruyabildi” gibi sorular dediğim gibi ileride çokça tartışılacak. Ama bugün, içinden geçtiğimiz bu zor günlerde daha çok “nasıl kendimizi koruyabiliriz”in derdindedir herkes. İşte bizler de Kürdistan’da bu konuda halkımıza çağrılar yaparak evde kalmalarını sağlıyoruz.

Evde kalıpta yaşamını sürdürmekte zorlanan dar gelirli aileler için “Kriz Koordinasyonları” olarak hazırlıklar yapıyoruz, onlara ulaşmaya çalışıyoruz. İnsanlar, hem kendisini ölümden korumak zorunda, aynı zamanda yaşamını bir şekilde sürdürmek zorunda. Dolayısıyla iç içe geçen birçok karmaşık durum var. Ama buna rağmen Kürdistan’da sokağa çıkma oranı epey azaldı. Yani partimizin, kurumlarımızın yaptığı çağrılar halk tarafından kabul gördü, halk buna büyük oranda uydu.

Çıkmak zorunda olanlar ise yevmiyeyle çalışan ve zor durumda olan ailelerdi. O ailelere de ulaşıp ihtiyaçlarının giderilmesi temelinde bir ortaklaşma yaşanıyor. Yani vaka sayısı kuşkusuz var. Bu da Kürdistan’ın başka bir özelliğinden kaynaklı.

En çok vakanın görüldüğü ve ölümlerin yaşandığı İran’la sınırda, bir de Irak’la tabii. Ancak orada Başur hükümeti önemli bir pratik koydu, önlemlerini erkenden aldı. Tabii Rojava ile sınır olan illerimiz de var. Dolayısıyla bu riskler de var. Yani Kürdistan’ın diğer parçalarında da biz biliyoruz ki gerçekten önlemler erkenden alındı, giriş-çıkışlara erkenden müdahale edildi.

Tabi Van başta olmak üzere diğer büyük illerimizde sıkıntıların olduğunu, vakaların arttığını üzülerek duyuyoruz. Çok korkulacak rakamlar yok ancak tedbiri elden bırakmamak gerekiyor. Biz de bu temelde halkımıza çağrılar yapıyoruz. Tarih boyunca biz Kürtler bir şekilde öldük, öldürüldük ama koronavirüsden korunmak kendi elimizde. Bu konuda başarılı olalım. Örgütlü bir halkız ve halkımızla birlikte bu koronavirüsden korunmaya çalışıyoruz.

 

HDP bu tablo içerisinde bölgede ne tür çalışmalar yürütüyor?

Bu salgının Türkiye’ye gelmesiyle birlikte en hızlı yapılması gereken kriz koordinasyonlarını kurmaktı. HDP, batıda HDK ile birlikte içerisinde çok sayıda kurumla bir koordinasyon kurdu. Bizler de Kürdistan’da HDP’nin de içerisinde olduğu bütün Kürdistani partilerin ve DTK ile birlikte bütün kurumların içerisinde olduğu bir koordinasyon kurduk. O koordinasyon birçok çalışmayı önüne hedef olarak koydu.

Hedef hem “evde kal” çağrısı yapmak hem evde kalan yurttaşın ihtiyaçlarını karşılamak ve esnaf ile işçiyi, emekçiyi düşünecek bir perspektifi ortaya koymaktı.

Burada tabii büyük ölçüde başarılı olundu. Özellikle HDP öncülüğünde başlatılan “Kardeş Aile Kampanyası” çok daha etkili oldu. İçerisinde seçilmişlerin olduğu ve durumu iyi olanların katılımıyla bu kampanya her geçen gün büyüyor. Yani Kürdistan’da HDP ve diğer kurumlarımızın yaptığı çağrılar, büyük ölçüde karşılık buluyor. Aslında buna yabancı değiliz.

Dayanışma Kürtler açısında olmazsa olmazdır! Çünkü Kürtler geçmişten bu yana bulundukları ülkelerde hiçbir zaman eşit vatandaş olamadılar ve ülkelerin kaynaklarından eşit biçimde yararlanamadılar. Hep geri bırakılan illerin içerisinde hizmetsiz, gerçekten her şeyden mahrum bırakılan bir coğrafyada yaşadılar. Dolayısıyla şu anda gerek hastane, sağlık kurumları açısından, gerekse diğer koşullar bakımından Türkiye’nin diğer illeriyle eşit bir durumda değil.

O yüzden HDP’nin ve diğer Kürdistani kurumların çabaları çok değerli. Halkımız da bunun farkında, devletin yaptıkları ortada. Kalktı ‘Biz bize yeteriz Türkiyem’ dedi. Biz de bunu sorguluyoruz. Sosyal devlet hangi günler içindir? Bu halk bu devlete vergilerini veriyor, devlette o vergilerle ayakta tutuyor kendisini. Şu anda Merkez Bankası dahil bütün kaynaklar tüketilmiş.

Sağlık sektörüyle oynandı, eğitim sektörüyle oynandı, devletin bütün kurumları özelleştirildi. AKP 18 yıl içerisinde öyle politikalar geliştirdi ki, Türkiye’de her şeyin resmini, ismini, varlığını değiştirdi. Geçmişte CHP’nin bir söylemi vardı; Atatürk’ün ülkesi, inkılapları vb. gibi. Bugün artık Süleyman Soylu rahatlıkla “Erdoğan’ın ülkesinde” diyor. Yani tek adama indirgenmiş bir ülke söz konusu. Bu ülke içerisinde biz Kürtler her zaman ötekiydik, her zaman sözde vatandaştık ve bize yapılan “hizmetler”de buna göre yapılırdı.

Biz yıllardır kendi mekanizmalarımızı yaratmaya çalıştık. Belediyeleri kazanarak kendi hizmetimizi kazanalım dedik. 99’dan bu yana artan belediye sayısıyla birlikte, cumhuriyet tarihi boyunca yapılmamış olan hizmetleri yaptık kendi bölgemize.

Halkın belediyeleri diyebileceğimiz örnek bir belediyecilik sergiledik. Ama bu başarıyı gören AKP ona da ket vurmaya çalıştı ve belediyeleri kayyum eliyle Kürtlerin elinden aldı. Yani Kürtlerin bütün kazanımlarına göz diken AKP ve ortağı MHP zihniyeti ile karşı karşıyayız.

İşte bunların hepsini göz önünde bulundurarak; gerek halkımıza yaptığımız çağrılar, gerekse “Kardeş Aile Kampanyası” bizim açımızdan son derece önemli. Çünkü biz sokağa çıkma yasaklarını ilk kez bugün yaşamıyoruz. 90’lı yıllarda aileler aylarca dışarı çıkamadılar, insanların evleri basılarak gıdasız bırakılmaya çalışıldı. Halkın iradesi her açıdan kırılmaya çalışıldı. Ama halk boyun eğmedi, dayanışmasıyla ayakta kaldı. Ekmeğini paylaştı, sevgisini paylaştı ve bununla ayakta kalabildi.

Bunu Kobanê sürecinde de çok bariz bir şekilde gördük. Kobanê’den gelenlerin misafir edilmesinde ve kampanya sürecinde herkes Kürt halkıyla dayanıştı. O açıdan biz “Kardeş Aile Kampanyası”ndan büyük başarı elde edeceğimizi biliyoruz. Şu anda başarılı bir şekilde devam ediyor. Biz bu onurlu halkın temsilcileri olarak onlara layık olmaya çalışıyoruz. Bu zor günlerde onlarla birlikte planlama yaparak ayakta kalmalarını birlikte sağlıyoruz. Bu konuda da çalışmalarımız devam ediyor.

 

Amed BŞB Eşbaşkanı Adnan Selçuk Mızraklı’nın ve diğer tutsak partililerin tahliye edilmemesi ile ilgili ne söylemek istersiniz?

Türkiye’de her zaman iki hukuk vardır: Birincisi herkes için geçerli olan hukuk, diğeri de düşman hukuku olarak adlandırdığımız Kürde uygulanan hukuk. İşte bizim bütün seçilmişlerimiz; düşünen, üreten, temsilci olan; vekil olsun, belediye başkanı olsun, siyasetçi olsun hiç fark etmez. Yaşlı annelerimiz var cezaevlerinde onların okuma yazması bile yok.

Annelerin herhangi bir “suçları” vs. yok ama onlar suç üretiyorlar. Önce tutuklarlar sonra suçu üretirler. Dolayısıyla bizim açımızdan işleyen böyle bir hukuk var. Bu hukukla yargılanmak çok zor bir durum çünkü savunma yapmak istiyorsun senin hatta avukatının dahi savunma hakkı tanınmıyor. Ne kendi savunmanı yapabiliyorsun ne de kendini ifade edebiliyorsun.

Bir tane yalancı sanık getiriyor; diyor ki, bu itirafçıdır ve böyle ifade vermiştir. Sen bu durum karşısında kendini hangi argümanla savunacaksın? Yani karşıda bağımsız bir heyet yok ki kendini savunasın. Dolayısıyla Kürtlerin nezdinde çok fazla anlamı kalmamıştır yargılamalarının. Çünkü geçmişte de çok çok iyi bir yargısı yoktu Türkiye’nin ama son AKP-MHP’nin iktidarıyla birlikte mevcut olan yargı da tamamen siyasallaştı.

Belki de geçmişte daha geniş bir zümrenin elindeydi ama şimdi diyebiliriz ki tek adamın elinde birleşti. O da adeta bir sopa gibi sevmediği, istemediği, görüşlerini benimsemediği herkesin başına bir tane vurarak onu ya yargılıyor, tutukluyor ya da dava açıyor. Bir şekilde onu zapt-u rap altına almaya çalışıyor; etkisizleştirmeye, silikleştirmeye çalışıyor. Bundan kimse muaf değil tabi. Bilim insanları, gazeteciler, aydınlar, yazarlar, kadınlar, düşünen herkes aslında. Diyor ki; düşünmeyin itaat edin.

Zaten zihniyet olarak İttihak-i terakki ya da şark ıslahat planında uygulananlarla bugün ki yaklaşım arasında çok büyük bir fark yok aslında. Ama bu çağdaş versiyonu, o dönemler kendi dönemine has bir şeydi şimdi ise evrensel hukuk deniliyor, içtihatlar deniliyor, başka şeyler deniliyor bunların hepsini AKP yargı varmış gibi, hukuk varmış gibi, onların sosuyla süsleyerek kendi yargısını bize karşı kullanıyor.

Büyükşehir belediye başkanlarımız, milletvekillerimiz hepsi bu bahsettiğim yargı eliyle şuan içeride tutuluyorlar. Selçuk Mızraklı hocamız da bunlardan birisi. Selçuk hoca yıllarca Diyarbakır’da gerçekten halkın duygusunu, sevgisini kazanmış bir insan. Sağlık açsından, insan açısından neredeyse dokunmadığı kimse kalmamış, gerçekten sevilen bir insan.

Yıllarca Demokratik Toplum Kongresi’nde birlikte çalışma yürüttük. Vekil olduğunda hiçbir sıkıntı yokken, belediye başkanı olduğunda birden bire sıkıntılar oldu; birden bire itirafçılar çıktı, davalar açıldı. Bu çok anlaşılabilir bir durumdur. 2009’da o zaman ki partimiz olan partiden onlarca belediye başkanı tutuklandı. O zamanda gerekçeler bu kadar sudan ve sıradan gerekçelerdi. Bugün de aynı şey, değişen bir şey yok yani. Saldırı Kürdün iradesinedir; saldırı aslında seçmenin iradesinedir.

Seçme diyor, yani hizmet alma ben ne verirsem onu al, onunla yetineceksin, sen kendi kendini yönetemezsin diyor. Eski Kürdü arıyor; eline vur ekmeğini al ya da birbirine düşür karşıdan izle. Böyle bir argüman ama çok geride kaldı o, yok artık. Yani Kürt’te değişen dünya konjonktürü ile birlikte kendisini yenilemiş daha çağdaş, daha evrensel, daha bütün dünyayı doğru gözlemleyip kendi taleplerini net bir şekilde ortaya koyabilen bir Kürt’tür artık. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Dolayısıyla Selçuk hoca da şuan da sağlık sorunlarına rağmen tahliye edilmiyor.

Sağlık sorunu olan çokta arkadaşımız var. Gülten Kışanak bunlardan biridir. 12 Eylül’ü yaşayan biridir. Boyun eğmemiş, demokratik siyasetine inanmış yıllarca bu siyasette yer almış. Bugün rehin olarak tutuluyor.  Birçok kronik rahatsızlığı var. Yine Edibe Şahin Dersim Belediye Başkanı’ydı. Ciddi rahatsızlıkları olan bir arkadaşımız. Ceza aldı ve şuan cezaevinde. Yine sevgili Selahattin Demirtaş rahatsızlıkları var. Hala içeri de tutuluyor. Yani artık onun dışındaki hasta tutukluları kamuoyu bildiği için tekrarlamıyorum çünkü binden fazla ciddi hastalığı olan hasta tutuklu var.

Bunlar resmen içeri de ölüme terk ediliyor. Çünkü AKP diyor ki; “hala bana itaat etmediniz; boyun eğmediniz, sen çok yaşa padişahım demediniz dolayısıyla içeri de kalmaya devam edeceksiniz.” Biz de kendi geleneğimizi biliyoruz. Bizim arkadaşlarımız asla boyun eğmeyecekler. İçeriden verdikleri mesajlardan da bu çok net anlaşılıyor.

Selçuk hocamın da son verdiği röportajda söylediği şeyler son derece önemli. “Evet bir zulmünüz var bu zulmü görüyoruz ve yaşıyoruz. Şuan da zaten ölüme terk edilmişiz ama o çok istediğiniz diz çöktürme meselesi gerçekleşmeyecek. Asla diz çökmeyeceğiz çünkü bizim geleneğimiz bu değil. Biz direneceğiz” diyor. O yüzden biz arkadaşlarımızın hukuksuzca içeride tutulduklarını çok iyi biliyoruz.

 

AKP-MHP’nin kabul ettiği infaz yasasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bütün dünya pandemiyle mücadele ederken AKP-MHP de bunu fırsata çevirerek Kürtlerle mücadele etmeye devam ediyor. Kürtlerin her tür kazanımına savaş açmış durumda.

Yani yok edemediği gerçekliğiyle çıldırıyor. Kürtler şu anda “bunlar aslında yoktur” dedikleri noktadan, bütün dünyada tanınan, bilinen ve statüsüne yaklaşan bir gerçeklik noktasına geldi. Bunun karşısında AKP gerçekten ne yapacağını şaşırmış durumda. İnfaz yasası da bu pratiklerden birisidir. Başta da belirttiğim gibi düşman hukuku bu infaz yasasında bir kez daha görüldü aslında. Yani toplum içerisinde her tür suçu işlemiş olanı bırakırken, sadece ve sadece düşüncelerini kamuoyuyla paylaştıkları için, onlardan farklı düşündükleri için içeride tutulan binlerce insanı bu yasanın dışında bırakabildi. Geçen bu yasanın asla kabul görmeyeceğini çok iyi biliyoruz. Bu ne toplumun vicdanında kabul görecek, ne de uluslararası kuruluşlarda kabul görmeyecektir.

Hala bir umudumuz var; Anayasa Mahkemesi’nde eşitlik ilkesine aykırı bulunarak iptal olacağını düşünüyoruz. Aksi takdirde kadın cinayetleri işlenmeye devam edecek ama içeride düşüncelerinden dolayı insanlar kalmaya devam edecek. Bu kabul görecek bir şey değil, bu asla affedilecek bir tutum değil! Özellikle bu pandemi döneminde cezaevlerinde ölümlerin gerçekleştiğini üzülerek duyuyoruz.

Hastalık bir yayılırsa bunun önüne geçmek mümkün değil. AKP zaten altında kalır ama ülke olarak kimsenin altında kalabileceği bir olgu değil. Bu konunun son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Ve bu düzenlemenin de eşitliğe aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne hızlı bir şekilde itiraz ederek cezaevlerinin boşaltılması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu konuda da çabamız ve mücadelemiz devam edecek. Biz tabii ki zor günlerden geçiyoruz, bu zor günlerde de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey dayanışmadır ve bu dayanışmayı büyütmemiz gerekiyor.

Kürtlerin bu konuda çok fazla derdi var, söyleyeceğimiz çok fazla şey var. On milyonlarca insanın benim irademdir dediği Sayın Öcalan şu anda üç farklı arkadaşla birlikte İmralı Cezaevi’nde çok ciddi riskler taşıyan nemli bir ortamda, kronik rahatsızlıklara vesile olabilecek bir ortamda kalıyorlar. Ve Sayın Öcalan’ın yaş olarak risk grubunda olması ve o nemli ortamda kalması kaygıyı daha da artırıyor. Buna rağmen şu anda kendisinin avukatları ve ailesinin talepleri yerine getirilmiyor. Yani çok zor bir şey değil, tutuklular ve hükümlüler haftada 2 kere aileleriyle telefonda görüşebiliyorlar. Bundan Sayın Öcalan da yararlanabilmeli, görüntülü arama yapabilmeli.

Bu çok zor bir şey değil, onun Anayasa’dan doğan hakkıdır. Bu hakkı ortadan kaldıracak bir mekanizma yoktur, bu yaklaşım tamamen keyfidir. Bu keyfi yaklaşımlardan vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir an önce sayın Öcalan’ın avukatları ve ailesiyle görüntülü konuşması gerektiğini düşünüyoruz. Onun dışında gelişen her şey ile ilgili de görüşlerimizi bildirip mücadele ediyoruz, mücadele etmek zorundayız.

Gerçekten büyük acıların yaşandığı bir coğrafyanın temsilcileriyiz. O yüzden doğru bildiğimiz şeyleri savunmaya devam edeceğiz. Halkımızla birlikte mücadelemizi her alanda yükselterek devam edeceğiz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu