DerlediklerimizGüncel

Murat Sevinç | Ben, çalışmak zorunda olan ve sömürülen insanlarla ‘aynı’ gemideyim…

Balo salonundan aşağıya inmeyip geminin en büyük ve konforlu odasında kalacak ve sabah akşam tıkınacaksın; gemi su almaya başladığı anda, kazan dairesinde yüzü gözü pas içinde kalmış çalışanlara, sen tıkınabilesin diye tabanları şişmiş garsonlara ‘aynı gemideyiz’ deyip ellerindeki filikaları da kapmayı deneyeceksin. Ve o insanlarla gerçek bir ‘dayanışmadan’ söz edenleri, küçük görmeye kalkacaksın. Oh ne güzel dünya.

Yine başladı gemi metaforu! Hepimiz aynı gemideyiz… Birlik ve beraberlik zamanı… Hep birlikte… El birliğiyle…

Teşbihte hata olmazmış: O gemi, ezilenlerin afyonudur!

Evde kalalım… Evde kalalım… Sakın çıkmayalım… Evlerimizde oturalım… Herkes laf dinlesin… Herkes…

Koç ailesi, lütfen evde oturun… Sabancılar, söz dinleyin… Esenler’deki amele Mehmet, sen de otur, bak Ali Ağaoğlu oturuyor… Yine dışarı çıkmışsın simitçi Hasan, görmüyor musun Hisarcıklıoğlu adımını atmıyor, laf anlamıyorsun, cahil seni… Sahi, Hisarcıklıoğlu’nun keyfi de yerinde, bak moral olsun sana da… Sen de sıkma canını tek başına yaşayan Ayşe Hanım…

Kot taşlamada çalışan Ömer, aman dikkat et kendine, neden evinde değilsin ya… Birey olun biraz birey…

Kargo şirketinde çalışan Ayhan, sizin yüzünüzden elektrikli semaverim iki gün geç kaldı, yahu bir ev keyfi yapacağız, yaptırmadınız be… Hem öyle yaklaşma yüzüme yüzüme, pos cihazını uzak tut biraz uzak… Fırıncı Temel, işin zaten, çalışacaksın tabii…

Doktor Ayten, bakın dayak yemiyorsunuz, iki ayaklı organizmalar saldırmıyor şimdilik; gerçi şiddete karşı eylemler yaptığınızda destek olmadık ama şu sıralar işimiz düştü, her akşam alkışlıyoruz sizi, hadi yine iyisiniz…

‘Herkes evde otursun’ deyip bir ‘ikinci cümle kurmayanlar’ ne demiş oluyor?

Ben evde oturuyorum, peki. Yakınlarımın bir kısmı da oturma şansına sahip. Neden asıl gerekli olanı söylemiyoruz? Neden anayasal görevleri olan devlete ve keyfi yerinde olduğu rivayet edilen büyük sermayeye değil de, sürekli sokaktaki insana sesleniyoruz?

Çalışmasa üçüncü günde aç kalacak olan insanlar ne yapsın? Öneriniz? Neden yoğun bir biçimde ‘ücretli’ izin talep edilmiyor? Neden kamunun kaynakları, insanların hiç olmazsa bir süre çalışmadan yaşamasını sağlamaya yöneltilmiyor? Onlar bizim vergilerimiz değil mi?

Milyonlarca insanın evde oturabilmesi, ‘kamunun’ görevini hakkıyla yerine getirmesiyle mümkün. Kamusal kaynakların adil bölüşümüyle mümkün. Geçtik sosyalizmi, doğru dürüst sosyal devlet önlemleriyle mümkün. Yurttaş olduğunun farkına varmış kitlelerin hak talepleriyle mümkün.

Büyük bir kısmı ekonomi bakımından ‘üretken’ niteliğini kaybetmiş ve neo-liberalizmin şımarık ‘bireyi’ tarafından ‘baş belası’ sıfatıyla tanımlanan ‘yaşlı’ yurttaşları eve kapatmak, ‘evde oturmaktan’ beklenen (haklı) yararı sağlayabilir mi? O evlere girip çıkanlar, girip çıkmak zorunda olanlar?

Bir de ‘toplumsal dayanışma’yla mümkün tabii, evde kalabilmek. Dayanışma, ‘birlik ve beraberlik’ söyleminin antitezidir. Birlik ve beraberlik çağrıları ‘görmeyin,’ ‘duymayın,’ ‘eleştirmeyin’ ve büyük sermayeyi el birliğiyle kurtarın, köprüleri yapan şirketler bir kuruş zarar etmesin anlamına gelir. Her zaman böyleydi.

‘Dayanışma,’ kapitalizmin tüm bileşenleriyle reddedilmesiyle mümkün. Kapitalizm rafları tıka basa doldurur ve o raflara saldıracak insanı yaratır. O insana ihtiyaç duyar.

O insanın nasıl da matah biri olduğunu, mutluluğun yolunun o insana benzemekten geçtiğini belletir tüm propaganda araçlarıyla. Rafta ekmek bulamayan yaşlı insan? Eh o zaten ekonomik ömrünü tamamlamıştır ve toplumun omuzlarında yüktür.

‘Birlik ve beraberlik,’ pizza dağıtan çocukların o motorlar üzerinde, biz biraz daha çabuk tıkınabilelim diye yaşamlarını tehlikeye atışını allayıp pullar. Dayanışma, evinde pişirdiğin yemeği, o yemeği bulma şansı olmayanla paylaşmak ve o motorcu çocuğun sağlığı, güvenliği için kaygılanıp emek harcamak demektir. Dayanışma insanı yaşatır, insan olduğunu hatırlatır.

Kapitalizmin oksijen çadırı olan ‘birlik ve beraberlik’ ideolojisi ise sömürür, sömürür ki birilerinin kârı bir lira düşmesin.

Bu nedenle kapitalistler eşitlikten yana olanları ezmek, ezemiyorsa değersizleştirmek, gülünç göstermek üzerine inşa ettiler sistemlerini. Bu yolda kullanmadıkları tek bir araç, tek bir silah, sömürmedikleri tek bir duygu kalmadı tarihleri boyunca.

Benim ekmeğimi bir insanla ‘paylaşmam’ için onun benimle aynı partiye oy vermesi, bir yaşlının evine öteberi götürmem için düşüncelerimi onaylaması gerekmiyor.

Onunla her daim ‘bir’ ve ‘beraber’ olmak zorunda değilim. O beni eleştirsin, ben onu eleştireyim, aptal olmayalım; ama onunla o rezil geminin aynı filikasında olduğumuzu unutmayalım, mesele bu. Bu nedenle ‘dayanışma’ insani ve eşitlikçi bir kavramdır.

Bakın şimdi sermaye ve işbirlikçisi yazarçizer ile kemiksiz akademisyenleri, memur maaşlarından dahi kesinti yapılmasından söz eder oldu. Eh tabii, hepimiz aynı gemideyiz ya, birlik ve beraberlik zamanı! Bu ‘kullanışlı’ tiplerin biri çıkıp o fedakârlığı, iliğimizi kemiğimizi tüketen milyonerlere öneremiyor. Sahi, o milyonerler evde mi oturuyor? E tabii, nasıl da bilinçli yurttaşlar, bizi düşünüyorlar!

‘Gemiciler,’ beni mütemadiyen; bana ekmek verdiklerini iddia ettikleri, benim sırtımdan büyük servetler kazanan ve elbette teşhisin, elbette tedavinin, elbette bakımın en iyisine ulaşmak açısından hiçbir kaygı taşımayan birileriyle ‘aynı konumda’ olduğuma inandırmaya çalışıyor. Bıkıp usanmadan.

Görünmeyen bir virüs, tüm sınırları bir kez daha anlamsız hale getirdi. Yaşasın. Benim müttefikimin kim olduğunu, bana bir kez daha, mutlak kesinlikle gösterdi.

Ben, kendi toprağımda, ABD’de, Fransa’da, İngiltere’de, Rusya’da, Mısır’da, Çin’de ‘sömürülen’ her kimse, onunla aynı gemideyim. Dini, dili, cinsiyeti, etnik kökeni beni ilgilendirmiyor. Türkiye’nin sömürgeniyle ‘aynı gemide’ olduğum masallarını anlatanların gemisinin canı cehenneme.

Balo salonundan aşağıya inmeyip geminin en büyük ve konforlu odasında kalacak ve sabah akşam tıkınacaksın; gemi su almaya başladığı anda, kazan dairesinde yüzü gözü pas içinde kalmış çalışanlara, sen tıkınabilesin diye tabanları şişmiş garsonlara ‘aynı gemideyiz’ deyip ellerindeki filikaları da kapmayı deneyeceksin. Ve o insanlarla gerçek bir ‘dayanışmadan’ söz edenleri, küçük görmeye kalkacaksın. Oh ne güzel dünya.

Evde kalalım…

Belki de yüz yıldır bu denli anlamlı bir talep olmamıştı! Buna mukabil, evde kalma lüksü olmayanların ‘yaşam hakları’ güçlü bir biçimde gündeme getirilmediği, işten çıkarılmalar ve küçük işletmelerin iflası engellenmediği sürece, boş laf. Bunun için bir zahmet idareye, yönetenlere, sermaye sahiplerine seslenmek gerekiyor.

Yalnızca ‘gelir’ değil, her konuda. Örneğin yaşlı umrecilere kızmak yerine, önlem almadan o insanların gitmesine izin verenleri, ya da asker uğurlayanları aptallıkla suçlamaktansa şu koşullardaki asker alımlarını sürdürenleri ve ‘hamaset sevdasından’ olmalı, gerekli yasakları koymayanları eleştirmeyi deneyebiliriz. İnsanlar canının derdine düşmüşken, doğal SİT alanlarını imara açmayı düşünebilenleri, misal.

Muhterem birey, eşsiz birey, her şeyin en güzeline ve en iyisine layık birey, kendi bacağından asılacağına inandırılmış benzersiz birey… Piknik yapmadan yaşayamayan birey, boğaz havası almadığında ölecekmiş gibi hisseden birey…

Pizzası beş dakika geç geldiğinde küplere binen, marketteki bütün makarnaları almaya çalışan, tek bir kolonya bırakmayan, şu hayattaki en derinlikli çözümlemesi ”Yaaa parasıyla değil mi?” olan, yüceler yücesi birey…

Hepimizin bir kez daha hatırlamasında yarar olabilir: Evde oturabiliyor oluşumuzun tek nedeni, evde oturma şansı olmayanların emeği ve kendi yaşamlarını tehlikeye atmak zorunda kalmaları. Türkiye’de ve dünyada…

(Kaynak:23 Mart 2020)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu