GüncelMakaleler

Filistin’de ezenler ile ezilenlerin kaderi karşı karşıya

Seçim propagandamızın esaslarından biri, kurtuluşun seçimle gelmeyeceği üzerine şekillenmesi olacaktır. Demokratik haklar için mücadelenin neden gerekli olduğu, kitlelerin istem ve taleplerine göz yumulamayacağı, temel demokratik hakların kazanılmasının da gerekli olduğu kitlelere anlatılırken, bu düzeni tümden ortadan kaldırmak ancak dağlardan şehirlere aktığımızda ‘’TAMAM’’lanacağı stratejik hedefimizdir.

Siyonist İsrail devletinin Filistin’de gerçekleştirdiği katliamlar giderek artarken buna karşı tepkiler de bir o kadar artış göstermektedir. Ortadoğu halklarının ve örgütlerinin ortak davası haline gelen Filistin, mevcut çelişkileri ve bölgedeki en keskin çelişkilerin başında gelmesi nedeniyle sınıf hareketlerinin en önemli gündemi olmalıdır. Bugün başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın hemen her yerinde Filistin sorunu bir ulusal sorun olarak algılanmalı ve buna uygun düşünceler geliştirilip pratik ayağı örülmelidir. Filistin’de bu ulusal mücadeleye önderlik eden hareketlerin meseleyi Kudüs, Aksa ve dinsel bir gelenek olarak algılamalarına bakılmaksızın bu hareketlerin bölgede ezilen ulus burjuvazisi kimliği taşıdığı bilinmeli, ülkemizde ve Ortadoğu’da sınıf hareketleri bu bilinçle hareket edilmelidir.

İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdi katliam bugün bizleri derinden etkilese de bu direniş yeni başlamış değildir. Bölgedeki direniş, haftaları devirmiş ve gelinen aşamada katliama dönüşmüştür. Ancak bu mesele katliama dönüşene kadar ne dünyanın ne de ülkemizin gündemindeydi. Öyle ki katliamın ortaya çıkardığı etkinin yarattığı atmosfer dikkat çekiciyse de bizler açısından bölgede var olan çelişkinin hassas dengeler üzerine kurulu olması ve bunun için bu gündeme her an ve her daim hazır olmamız gerçekliğidir.  Kuşkusuz bu gerçekliğe sahip ve bu bilinci doruklarına çıkaracak kadar halkların kurtuluş mücadelesine yön veren bir bilimi sahibiz. MLM düşüncesi bizlere dünyada var olan gelişmelerin sınıf özünü yakalamayı şart koşar ki bunun tespitinden ortaya çıkacak olan sonuç politik hamlelerimizi güçlendirecektir.

TDH açısından Filistin meselesine yaklaşımı uzun uzadıya tartışmak bir yana gelinen aşamada da buna karşı tavır tarihsel bir görev olarak algılanmaktadır. Zira halk kitlelerinin sorunu bizler açısından tarihsel haksızlıklar ve buna karşı tepki ekseninde değil güncel politik gelişmeler, sınıfa ve sınıf hareketine yaklaşım neticesinde tartışılmalıdır. Dolayısıyla bizim açımızdan bu durum güncelin-anın sorunudur. Sovyetler’in yıkılmasının ardından başlayan Marksizm tartışmaları kendini belli evrelerle ortaya koysa da bu konuda ortaya çıkan gerçek diyalektik kavrayış ve bu eksende çözümleler de veya çözümlenecek olan şeye olan ilgisizlik de kendini göstermektedir. Bu ilginin doruklara çekilmesi için ortaya konulacak pratik, ülkemiz toprakların sınıf hareketlerine yönelik topyekün bir saldırı sonucu sekteye uğratılsa da yine de mayasında bir öfke biriktirmektedir. Yine aynı şekilde düşünsel ve cüret açısından gerçekleştirilmesi gereken değişimin bir pratiği olarak da Ortadoğu pratiği söz konusudur. Şunu alenen söylemek lazım ki sınıf hareketinin stratejik mücadelesi onun periferisinde toplanan mücadelelerin dikkate alınması ile genişleyebilir. Bu periferi içerisine belki toprak bütünlüğü açısından değil ama düşünsel ve kültürel açısından Türkiye halklarının bir kültürü haline gelmiş ve onun kırmızı çizgisine dönüşmüş olan Filistin sorunu gelmektedir. Bundandır ki ülkemiz hakim sınıfları Filistin gibi önemli bir meseleyi hemen ve en sistematik şekilde ele almakta ve onu kendi çıkarları doğrultusunda propagandaya dönüştürmektedir. Filistin’in sınıf mücadelesi ile olan bağı bir şekilde zayıflatılmak için ona dini kılıf biçen hakim sınıflar bu olguyu en öne çekerek onu kendilerine kan ve can bakiyesine dönüştürmektedir. Bugün Filistin meselesi Ortadoğu’daki fundementalist hareketlerden, yerel iktidarlara kadar bir dava değil mütemadiyen gündeme gelmesi gereken ve buradan nemalanılması gereken bir konu olarak ele almaktadır. Bunun en somut örneği ise TC devletinin bu konudaki politikalarıdır. İsrail ile olan ilişkilerin en sıkı hale getirildiği AKP’li yıllarda Filistin bir spekülasypon ve propaganda malzemesi haline getirildi. Ekonomik açıdan İsrail ile kurulan sıkı temas, AKP’nin dış politikasıyken, iç politikada ise İsrail bir baş düşman, Filistin halklarının katili olarak tanımlandı ve buradan seçim politikaları hayata geçirildi. Hatırlanmalı ki Mavi Marmara hamlesi AKP’nin ülkemizde muhafazakar kesimlerin nabzını yakalama pratiğidir ve bu büyük oranda da etkili olmuştur. Aynı şekilde Erdoğan’ın Davos çıkışı da aynı amacı hedeflemektedir. Ancak halk kitlelerinin düşman olan ve başta emperyalist efendilerin ve kendilerinin imtiyazları uğruna tek bir genetiğin sonucudur. Bu genetik kod burjuvazinin tarih sahnesindeki misyonuna paralel emperyalist kapitalist sistemin bir parçasıdır. Bu tespiti yaparken bunu güncel açıdan yine kullanan bir AKP söz konusudur. Yalan, hile ve riyakarlıkla donanmış AKP, Filistin meselesini seçim propagandasına dönüştürmek istemektedir. İsrail büyükelçisinin ülkeyi terk etmesini istemesi, yas ilanları, Türk büyükelçilerinin ülkeye çağırması, Yenikapı’da miting gerçekleştiriyor olması önümüzdeki sürece yatırım planlarıdır.  Yine aynı şekilde CHP’nin seçim meydanlarında saygı duruşu aldırma kararı ve katledilenlerin ruhuna dua okumaları aynı amacın ürünüdür. Ancak şu unutulmamalıdır ki; Filistin meselesinin ülkemizdeki izdüşümü Türkiye Kürdistanı’dır. Filistin’de Araplara uygulanan katliam Türkiye Kürdistanı kentlerinde Kürtlere uygulanan katliamın ülkemiz versiyonudur. Hal böyle olunca İsrail siyonizmini protesto ederken onun ülkemiz versiyonu, aynı genetik organizmanın ürünü olan TC devleti de teşhir edilmelidir.

 

Bir “Şark”ımız olmalı Filistin için…

Emperyalist kapitalist sistemin Ortadoğu’da gerçekleştirdiği katliamlar sürerken, tüm bunların altındaki gaye kuşkusuz bir şekilde kendi yaşamsal varlıkları için imtiyaz elde etmeleridir. Irak’ın işgalinden daha net gördüğümüz ve ancak bunun tarihsel örneklerini emperyalist işgallerin gerçekleştirdiği bütün topraklarda da göreceğimiz mezhep savaş tohumları halkların sınıfsal öfkesini saptıran ve ortaya öfkeyi kurtuluş mücadelesine girmesini engelleyen bir zehirdir. Halkların birleşik mücadelesine zehir olarak dökülen, araya çomak olarak sokulan bu zehrin Ortadoğu’da fundementalist hareketler eliyle üretildiği aşikardır. Her ne kadar sürdürdükleri mücadeleler ve talepler ileri ve haklı talepler de olsa esas yolu bulamamakta ve gerçek kurtuluşa dönüşememektedir. Bu tespite örnek olarak Ortadoğu halklarının ulusal kurtuluş düşüncesine dönüşen din faktörünü ortaya koyabiliriz. Dolayısıyla karşımıza bir gerçek çıkıyor ki Ortadoğu’da din bir inanç olmanın yanında bölgedeki ulusal hareketlerin ideolojik çizgisine dönüşmektedir. Bu düşünce ise tarihteki sınıf savaşlarının dinsel savaş olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır. Yine aynı şekilde bu ulusal ve sınıfsal mücadeleler gerçek sahiplerinde korunamamıştır. Libya’da Ömer Muhtar direnişi, anti-emperyalist bir ulusal direniş olmaktan çıkarılmış ve bir cihat örneğine dönüşmüştür. Lübnan’da Emel hareketi, Yemen’de Husilerin isyanı aynı talihsizlikleri yaşamıştır. Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesi ise bir Mescid-iAksa sorunu şekliyle tartışılmaktadır. Bu gerçeği dikkate almakla beraber burada şunu belirtmek gerekir ki; dinsel talep ile ulusal talep iç içe geçmiş bir haldedir. Bu talepleri ele alırken dikkat edilmesi gereken husus, bu talebin diğer inanç ve mezhepler üzerinde bir tahakküm yaratıp yaratmadığı ve sınıf mücadelesini sekteye uğratacak ezilenlerin aleyhine sonuçlanacak bir ideolojik, politik, kültürel sürecin oluşmasına dikkat edilmesidir. Kuşkusuz dinsel olgu Marksizm ile bir yerde karşı karşıya gelmektedir. Ancak bizler açısından durum bu olgunun uzun ve politik bir süreç içerisinde değişeceği ve bu yüzden bilime ve kültürel mücadeleye ağırlık verilmesidir. Tüm bunları söyledikten sonra belirtmek şarttır ki; Kudüs ve Mescid-i Aksa talebi dini bir talep olmakla beraber bir ulusun da talebidir. “Kudüs İslam’dır” sloganı bizim açımızda Kudüs Filistin’dir olmalı. Kudüs’ün inanç statüsü ise ezilen bir inancın mücadelesi olarak ele alınmalıdır ki, bu da desteklenebilir türdendir.

Bu ayrımları ortaya koyduğumuz oranda, bunların farkına ve gerçekliğine eriştiğimiz oranda Filistin meselesine ve hatta Ortadoğu’daki gelişmeleri ve hatta hareketleri rahatça okuyabiliriz. Bunu yaptığımız oranda Ortadoğu’ya dair genel geçer, klasik açıklamaları geçebilir, daha cüretkar ve geniş perspektifli adımlarda bulunabiliriz.

Kaypakkaya yoldaşın bilimsel güzergahı bizlere en başından beri belirttiğimiz tespitleri güçlendirecek enerjiyi sunmaktadır. Onun bilimsel güzergahı, Marksizm’e sadakati bulunduğumuz coğrafyada ve özellikle Ortadoğu’daki gelişmelere dair bizlere bir görev sunmaktadır. Bu görev içerisinde bugün Filistin’e dair bir sözümüz-pratiğimiz, Ortadoğu’ya dair bir “Şark”ımız olmalıdır.

Türkiye’nin başat gündemini 24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak olan milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimleri oluşturuyor. Erken genel seçim denilse de, aslında baskın seçim olarak okunması gereken bu seçimlerin, sıkışan AKP’ye bir nefes aldırmak olduğu açıktır.

Her şeyin önceden planlandığı “cumhur ittifakı”ndan anlaşılmakta. AKP’nin, erken seçim açıklamasını MHP’ye yaptırması oyunun bir parçası olmuştur.  O güne kadar “erken seçim olmayacak, seçimler zamanında, 2019 yılında yapılacak” propagandasıyla övünen AKP’nin, erken genel seçim açıklamasını direkt kendilerinin yapması, kendisini zor durumda bırakacağından, Erdoğan bu açıklamayı Bahçeli’ye yaptırmıştır. MHP’nin 2002 yılından bu yana AKP’nin yedek lastiği olduğu bilinmektedir. Dönem dönem AKP’yle karşı karşıya gelme görüntüsü verse de, temel konularda aynı düşündüğü artık bir sır değildir.

AKP’nin seçimi kazanması durumunda, MHP’ye az sayıda da olsa bakanlıklar vereceği açıktır. Bu, MHP tabanını sakinleştirmek için de gerekli bir durumdur. MHP içinde AKP’yle yapılan ittifak konusunda büyük bir huzursuzluk olduğu kamuoyuna yansımaktadır. Geçen hafta içinde basına da yansıyan şekliyle MHP içinde eski Ülkü Ocakları Başkanı ve MHP İstanbul Milletvekili Atilla Kaya’nın, MHP tabanına seslenerek “Bizim adayımız neden yok? Başka partinin genel başkanına neden oy verelim” açıklamasıyla, bunu tamamlayan “Partimize oy verelim ama cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’a oy vermeyelim” sözlerinin MHP çevresinde bir karşılık bulduğu artık gizlenememektedir.

Yapılan kamuoyu yoklamalarında, böyle devam etmesi durumunda AKP-MHP ittifakının kazanmasının oldukça zor olduğu, bunu tersine çevirmek için şimdiden seçim hileleri üzerinde yoğunlaşıldığı yansımış durumda.

AKP-MHP ittifakının kazanması, OHAL’in uzun bir süre daha devam ederek “olağan” haline gelmesi demektir. Saldırılar daha da artırılacak ve özellikle Kürtlere karşı topyekun bir saldırının çıtası yükseltilecektir. AKP’nin özellikle Efrin işgali böyle okunmalıdır. Ve açıktır ki, Türkiye Kürdistanı’nda devam eden savaş daha da boyutlanacaktır. AKP’nin seçimi kazanması durumunda, OHAL’le birlikte işten atılan ilerici, demokrat akademisyen, öğretim üyesi, öğretmenlerden geriye kalanların da, seçimden sonra işlerine son verilecektir. Yargının tamamen AKP’nin denetimine girmesi hamlesi, kıyıda köşede kalmış AKP karşıtı yargı mensuplarının da yargıdan el çektirilmesiyle tamamlanacaktır.

“Zora dayanan devrim olmaksızın burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.” Bu bir devrim stratejisidir. Ülkemiz açısından bu devrimin ilk aşaması Demokratik Halk Devrimi’dir. Bu genel stratejik hedeften sapmadan, reformlar için mücadele etmek yanlış değil tersine oldukça onemlidir. Sorun, bu reformların nereye, kime, hangi amaca hizmet edeceğidir. Sınıf mücadelesi dümdüz bir rotada ilerlemiyor. Mücadelenin geri çekildiği, durakladığı aşamalar da olacaktır. Bu somut durum karşısında taktik olarak nasıl hareket edeceğimiz önemlidir. Yanlış bir taktik proleter hareketi yanlış bir rotaya sokabilir. Bütün taktik kararlarımız stratejik hedefimize hizmet etmelidir.

Seçim sorununda tüm tarihsel tecrübeler içinde proleter hareket her zaman somut duruma göre hareket etmiştir. Verilen her karar somut durumun ayrıntılı tahliline dayanmak zorundadır. Tıpkı Lenin’in yaptığı gibi: “1905’te ‘parlamento’nun Bolşevikler tarafından boykot edilmesi, devrimci proletaryaya son derece değerli siyasal deneyimler kazandırdı ve legal parlamenter ve parlamenter-olmayan savaşım biçimleri birleştirildiğinde, parlamenter savaşım biçimlerini reddetmenin bazen yararlı ve hatta zorunlu olduğunu gösterdi. Ama, gözü kapalı basit bir taklitçilikle, eleştirel bir gözle incelenmeden, bu deneyimi, başka koşullarda, başka durumlarda uygulamaya kalkmak en büyük yanılgıya düşmek olur. Zaten Bolşeviklerin 1906’da Dumayı boykot etmeleri, pek önemli olmasa da ve kolayca onarılsa da gene yanlış olmuştur. Ama, bir yandan devrimci dalganın hızlı bir yükselişinin ve bu dalganın ayaklanmaya varmasının beklenmeyeceği bir sırada ve öte yandan burjuva monarşisinin yeniden dirilişini meydana getiren tarihsel durumun legal çalışma ile illegal çalışmayı birleştirmeyi gerekli kıldığı bir sırada, 1907’nin, 1908’in ve sonraki yılların   boykotu, ağır ve onarılması zor bir yanılgı oldu. Bugün geriye baktığımızda, geçmişte kalan, ama sonraki dönemlerle bağlantısı şimdi açıkça görülebilen bu tarihsel dönemi değerlendirirken, Bolşeviklerin 1908 ile 1914 arasında, illegal savaşım biçimlerini legal biçimlerle, aşırı gerici parlamentoya ve gerici yasalara bağımlı bir sürü öteki kurumlara (sigorta sandıkları vb.) katılmayla birleştirme zorunluluğunu en çetin savaşlar pahasına yerine getirmedikleri taktirde, proletaryanın devrimci partisinin sağlam çekirdeğini (geliştirmekten ve daha da güçlendirmekten söz etmiyorum) mevcut haliyle bile koruyamayacaklarını açıkça görüyoruz.” (Lenin Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, s. 25-26, Sol Yayınları)

Ülkemizin içinden geçtiği politik atmosfer ve AKP’nin kazanması durumunda kırıntı düzeyinde de olsa tüm kazanılmış demokratik hakların rafa kaldırılarak faşizmin daha da koyulaştırılarak uygulanacağı bir döneme geçileceği açıktır. İşte, tam da burada devreye kazanılmış hakların korunması, hatta demokratik anlamda az çok kullanacağımız yeni demokratik kazanımlar için mücadele etmek taktik olarak yanlış değildir. Stalin böylesi kritik aşamalarda taktiğin önemini şöyle vurgulamaktadır. “Taktik, kabarma ve alçalma ve alçalmalara göre değişir. Devrimin birinci aşaması boyunca (1903-Şubat 1917) stratejik plan değişmediği halde, taktik bu süre içinde birçok kez değişti. 1903-1905 döneminde partinin taktiği saldırı taktiği idi, devrimci hareket yükselen bir çizgiyi izliyordu ve taktik bu olguya dayanmalıydı. Sonuç olarak, mücadele biçimleri de devrimciydi ve devriminin kabarma hareketine uymaktaydı. Yerel siyasal grevler, siyasal gösteriler, genel siyasal grev, Dumanın boykot edilmesi, ayaklanma, devrimci savaş sloganları, bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri işte bunlardı. Mücadele biçimleriyle birlikte örgüt biçimleri değişmekteydi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi vekilleri Sovyetleri, az çok açıkta çalışan işçi partisi –işte bu dönemin örgüt biçimleri bunlardı.” (Stalin; Leninizm’in Sorunları, s. 73-74)

Ülkemiz açısından “… Türkiye’de burjuva demokrasisinin, sınırlı da olsa bazı kırıntılarının tadıldığı üç kısa dönem olmuştur. Birincisi, Kurtuluş Savaşının hemen ertesinde, TKP’nin henüz serbest olduğu kısacık dönem, İkincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, TSEKP ve benzeri partilerin, sendikal örgütlenmenin serbest bırakıldığı kısacık dönem. Üçüncüsü de, 27 Mayıs darbesinden sonra gelen kısacık dönem.

Bu üç kısa dönemde, nispi demokratik bir ortamın mevcut olmasının sebebi şudur: Kurtuluş Savaşı’na katılan kitlelerin ve demokratik burjuva çevrelerin etkinliği, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da bir süre daha devam etmiştir. Aynı şekilde Almancı CHP kliğine karşı İkinci Dünya Savaşı sırasında yürütülen anti-faşist mücadelenin hızı ve etkinliği, 27 Mayıs’tan sonra da daha bir süre devam etmiştir.” (Kaypakkaya, Seçme Eserler, s. 401-402)

Bu demokratik kırıntılar, sonraki hükümetler döneminde adım adım gasp edilmiş ve 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri faşist darbe ile tamamen rafa kaldırılmıştır. Özal, AFC döneminde rafa kaldırılan demokratik hakların yeniden tesis edileceği üzerine geliştirdiği propaganda üzerinden hükümete geldikten sonra verdiği sözü elbette tutmamış ve 12 Eylül uygulamaları olduğu gibi devam etmiştir. Özal hükümeti döneminde demokratik haklar için küçümsenmeyecek mücadeleler verildi.  Sendikal haklar, grev hakkı, legal parti kurmaya yönelik yasakların kaldırılması, YÖK’ün iptal edilmesi, Kürtçe’nin serbest bırakılması, köylülerin tarım üretimine ilişkin ileri sürdükleri talepler ve daha sayamayacağımız birçok konuda verilen mücadeleler, bugün AKP hükümetine karşı verilmektedir.

24 Haziran seçimlerine de böyle bakılmalıdır. AKP’nin 24 Haziran seçimlerinde alaşağı edilmesi toplumun % 60’lık bir kesimin istemi haline gelmiştir. Bu anlamda AKP, 24 Haziran seçimlerinde halk kesimlerinin karşısındaki en büyük düşman durumuna gelmiştir. Bu da, seçimin birinci aşamasında HDP dışındaki partilerle bir ittifak halinde hareket etmeyi gerekli kılmamaktadır. Seçim tavrımızı açıkladığımız yazımızda da belirtiğimiz gibi, seçimin ilk turunda “Hiçbir burjuva partisine oy yok” tavrımız oldukça isabetlidir. Bu tespit, ilk turda tüm çaba ve çalışma HDP’nin kazanması üzerine şekillenecektir. HDP kendisi için çalışırken, okun esas hedefi elbette AKP’ye yönelecektir. Ancak bu, diğer burjuva partilerin teşhir edilemeyeceği anlamına gelemez. SP Genel Başkanının Sivas katliamındaki rolü, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in 1990’lardaki icraatları, CHP’nin, dönem dönem AKP’ye koltuk değneği olması ve burjuva partilerin halk düşmanlığında nasıl ortak bir noktada durdukları görmezden gelinemez.

Seçim propagandamızın esaslarından biri, kurtuluşun seçimle gelmeyeceği üzerine şekillenmesi olacaktır. Demokratik haklar için mücadelenin neden gerekli olduğu, kitlelerin istem ve taleplerine göz yumulamayacağı, temel demokratik hakların kazanılmasının da gerekli olduğu kitlelere anlatılırken, bu düzeni tümden ortadan kaldırmak ancak dağlardan şehirlere aktığımızda ‘’TAMAM’’lanacağı stratejik hedefimizdir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu