GüncelMakaleler

SENTEZ | “DÜNYA TARİHİNİN YENİ SAHNESİNDE”

"Kapitalist-emperyalist sistemin hakim olduğu ülkelerde ve bu ülkelere göbekten bağımlı olan yarı sömürge ülkelerde yükselen faşizmdir (yarı sömürge ülkelerde faşizm kurucu üye olarak var olabiliyor). Faşizmin hedefi işçi sınıfıdır, işçi sınıfının örgütleri mücadelesi ve kazanımlarıdır"

Yaşadığımız ülkede ve dünyada her gün tanık olduğumuz ekonomik-siyasi-ideolojik olay ve olguların bazıları tanıdık, bildik, aşina gelir.

Bu olay ve olguların tarih sahnesinde daha önce yaşanan bazı olay ve olguların aynısı olduğu algısı yaşanır. Bir ekonomik kriz süreci, bir bürokratın ya da bakanın görevden alınmasının yöntemi, iktidardaki egemen liderin davranış ve sorunları çözme biçimi, yürütmenin yasama ile hakimiyet savaşı ve benzeri tarihin geçmiş sayfalarında kalan olay ve olguların aynısının tekrar yaşanıyor olduğu izlenimini verir.

Aynısı yaşanıyor izlenimi, oluşan bu olay ve olguların bir kısmı şu anda var olan kapitalist ekonomik ve toplumsal ilişkilerden önceki ekonomik toplumsal ilişkiler dönemini, bir kısmı kapitalist sistemin hakimiyetini yeni yeni oturtmaya çalıştığı dönemlere vb. ait olabilirler.

Bu olay ve olguların bazıları bugünkü ekonomik, siyasi, ideolojik sistemin şekillenmesinde, gelişip derinleşmesinde, bugünkü halini almasında etkili olmuşlardır. Aynısı olduğu ya da tekerrür ettiği düşünülen olay ve olgular daha önce ekonomik, siyasi, toplumsal sistemden miras olarak devralınmış ya da kapitalizmin gelişim süreci içerisinde varlık bulmuş olay ve olguların yeni biçimleriyle pratiğe dönüşmüş halidir.

Geçmişten taşınan unsurlar artık geçmişin, eskinin değil “şimdinin”, yeninin unsurlarıdır. İçinde yer aldıkları bütünün niteliği doğrultusunda kendi yeni işlevlerini yerine getirirler.

Biçim olarak aynı kalsalar bile hizmet ettikleri bütünün niteliği farklıdır. Bugün hem yaşadığımız coğrafyada hem de dünyanın pek çok yerinde var olan iktidarlar despotlukla, otoriterlikle, totaliterlikle suçlanıyorlar (!) Bu suçlamalar tarihte despot, otokrat, vb.  denilen iktidar sahiplerinin uygulamaları ile bugünkü iktidar sahiplerinin uygulamaları arasında aynılık ilişkisi kurularak  gerçekleştiriliyor.

Marx, 18.Brumeire’deki “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar… ” diye başlayan ünlü paragrafında “… tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilere hürmet edilen kılıkları bölünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar” der.

(Louis Bonapart’ın On Sekiz Brumaire, syf. 30, İletişim Yayınları) Marx bu cümleleri 1848’deki işçi eylemlilikleri sonrasında Napolyon Bonapart’ın yeğeni olan 10 Aralık 1848 de %74 oyla Cumhurbaşkanı olmuş, 2 Aralık 1851’de de yürütme darbesi (Coup d Etat) gerçekleştirmiş. Louis Bonapart’ın tarihsel “serüvenini” analiz ederken kurulmuştur. Aynı Bonapart, Marx’ın kitabı yazmasından sonra 2 Aralık 1852’de  kendini III.

Napolyon adıyla Kral ilan etmiştir. Marx, amca ve yeğen olan Bonapart’ların tarihsel süreçler arasında kurduğu ilişkide,“Hegel, büyük dünya, tarihsel vakalarının ve şahsiyetlerin sanki iki defa çıktığından bahsetmişti bir yerlerde. Şunu eklemeyi unutmuştu: Bir seferinde trajedi olarak, öteki seferindeyse fars” (age. sf. 29) diyerek aynılığı ortadan kaldırmış, özellikle bir önceki alıntıda “dünya tarihinin yeni sahnesinde” vurgusuyla da tarihin tekerrür etmeyeceği gerçeğinin altını çizmiştir.

Louis Althusser’in siyaset biliminin kurucusu olduğunu söylediği Montesqueu, üç yönetim biçimini kabul eder: Cumhuriyet, Monarşi ve Despotizm. Cumhuriyetler çağı geçmişte kaldığı için Cumhuriyete inanmayan,modern çağlara ait olduğunu söylediği Feodal Monarşi’ye inanan, bu anlamda monarşist olan Montesqueu, despotizmden ise tiksinir. Althusser, “Gerçekten de, despotizmi tek bir kişinin hiçbir yasa, hiçbir kural tanımadan her şeyi kendi iradesi ve kaprisleri doğrultusunda yönetmesi olarak tanımlamak yeterli değildir.

Böyle bir rejimi somut yaşamı akıllı canlandırmadıkça, bu tanımlama yüzeysel kalır. Tek bir kişi kendi buyruğu altında yaşayan halkların ve toprakların oluşturduğu bu uçsuz bucaksız İmparatorluğu nasıl olur da kaprisleri ile gerçekten yönetebilir?” diye sorar (Louis Althusser, “Montesqueu-Siyaset-Tarih”, sf. 82. İthaki Yayınları)

Bugünkü iktidarları ve despot, otokrat vb. şekilde tanımlayanlar bu alıntıdaki tanımlama ile bugünkü iktidarları benzer uygulamaların görülmesinden yola çıkarak aynılık ilişkisi kuruyorlar. Siyasette gerçeklik tek bir kanaldan tam olarak yansımaz (söz konusu egemenlerin siyaseti olunca gerçekliğe ulaşmak daha da zor olur). Gerçekliğin kavranmasında görünen tek başına yeterli değildir.

“Eğer görünüş ve öz aynı olsaydı bilime gerek olmazdı.” (Marx) Hem yaşadığımız coğrafyada, hem de dünyanın pek çok yerinde “tek bir kişinin” her şeyi kaprisleri ile yönettiği görüntüsü algısaldır. Liderin özellikleri, lider olma vasfı önemlidir. Ancak “her şey” demek değildir. Bugün televizyonda, gazetelerde “kendi iradesi ve kaprisleri doğrultusunda karar aldığı” söylenen pek çok ‘lider’ yeter yer kaplıyor.

Bunlardan bir tanesi ABD Başkanı Trump. Dünyanın jandarması olan, her ne kadar eski etkisini hegemonyasını yitirmeye başladığı yönünde belirtiler olsa da tüm kurumlarıyla emperyalist bir ülkeden ve o ülkenin başkanından bahsedildiğinde karar alma sürecinde kişinin iradesi ve kaprisleri olasılığının okyanusta damla olması (tolere edebilecek anlamda genel çizgiden bir sapma olarak) durumu net olarak ortaya çıkar.

Emperyalist-kapitalist bir ülkenin sermaye grupları, klikleri arasında çıkar çatışması yaşanması yadsınamaz bir gerçektir. ABD’deki sermaye gruplarının çıkar çatışmasına girmesi ve bu durumu ABD’nin kurumlarına yansıması da kaçınılmazdır. Ancak tüm bu durumlarda bile son söz, egemen olan sermaye grubunun olacaktır. Bunun olmadığı bu tür durumlarda bile sonsöz sermaye grubunun uzun süreli koşullarda egemen olan sermaye grubu değişecektir.

Ne olursa olsun kişilerin davranışları (liderlerin davranışları), çizgi dışına çıkmaya çalışmaları, bireysellikten öte temsil edilen kliğin, ait olunan sermaye grubunun çıkarları doğrultusundadır. Kaldı ki, kapitalist emperyalist ülkeler de sömürge, yarı sömürge ülkelerdeki yöneticiler de bir sermaye grubun temsilcileridir.

Yarı sömürge ülkelerde var olan sermaye grupları temsil ettikleri emperyalist sermaye gruplarının fazlalığı anlamında çok çeşitlilik arz eder ve bu durum güç kaymaları, boşluklar yaşanmasına sebep olabilir. Ancak ekonomik, siyasi, askeri olarak bağımlılık ilişkisini en yoğun olduğu (hegemonya anlamında) emperyalist ülkenin çizdiği sınırlara geri dönülür.

Montesqueu, despotizmde en başta temel yasalar olmak üzere hiç bir yasanın olmadığını söyler. Yine de temel yasanın yerini tutan bir şeyi vardır. Bu şey de dindir. Despotizmde din, bazı durumlarda hükümdarın zalimlikleri varlığı aşırılıkları ve uyruklarının korkusunu hafifleten bir yerde durduğu düşünülse de yine de din de despotçadır. Montesqueu dine “korkuya eklenmiş korkudur” der (Althusser, age. sf. 82).

Bugün dünya üzerinde bulunan neredeyse tüm ülkelerin egemenlerinin din  ile kurdukları ilişkinin bir özelliği, zalimliklerinin verdiği aşırılıkları hafifletme biçiminde değil, uyruklarının ya da başka ülkelerin halkların üzerinde uyguladıkları zulmü ve zalimlikleri meşrulaştırma üzerinedir.

Din var olan üretim ilişkilerinin ve bu ilişkiler sonucunda oluşan toplumsal yapının yeniden üretilmesini sağlayan bir üst yapı kurulu olarak görev yapar. Kimi zaman arıza oluşturarak kimi zaman korku yaratarak bu görevini yerine getirir. Dinler, cennet ve cehennem kavramlar üzerinden dünyevi yaşamı şekillendirirler, şekillendirilmesinde de rol alırlar. Cennet dünyadaki yaşam biçimi karşılığında ahir zamandaki ödül, cehennemi ise cezadır.

Ödüle ulaşmak, cezadan uzak durmak için dinin emrettiği davranış ve düşünüş biçimine sorgusuz itaat etmek ve uygulamak zorunludur. Uymamanın toplumsal bir karşılığı vardır. Dinlerin doğrudan yönlendirici/biçimlendirici etkisinin yanında devletler dini yaşamı yönlendiren, şekillendiren resmi dini kurumlar kurmuşlardır. Bu dini kurumlar beyan ettiği, onayladığı davranış ve düşünüş biçimlerine uymak da zorunluluktur.

Kurumların ve otorite olarak kabul edilen çeşitli kişilerin (dergah, cemiyet,tarikat vb.lerinin liderleri) aldığı kararların, söylediği şeylerin de norm olarak etkisi olmasa bile – kaldı ki bu alınan kararlar genelde fetva şeklindedir- gelenek, görenek, örf, adet çerçevesinde toplumsal bir yaptırım gücü mevcuttur. Kurallara uymayanlar en iyi ihtimalle toplum dışına itilirler.

Birey ile inandığı tanrı arasındaki ilişki ve bu bireyin ait olduğu toplumsal ilişkiler, sömürücü egemenlerin sisteminin devamını sağlayarak üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesini sağlayan mekanizmanın parçası halini alır. Floyd’un katledilmesi sonucu gerçekleştirilen “NefesAlamıyorum” eylemleri esnasında ABD Başkanı Trump’ın elinde İncil ile bir kilise önünde poz vermesi din-siyaset ilişkisine dair çarpıcı bir örnek sunmaktadır. Din, korku-rıza üretme ikilisi bağlamında sömürücü egemen sistemin varlığının devamı da önemli bir yer tutar.

Despotizmin hiçbir yasasının olmamasına karşı bugün dünyada egemen olan kapitalist-emperyalist sistemin üzümde ise tek bir yasa vardır. O da artı-değer yasasıdır. Tüm sistem bu yasa üzerinden inşa edilir ve şekillenir. Tüm altyapı ve üstyapı kurumları bu tek yasanın temel olduğu sistemin tamamlayıcı parçalarıdır. Devlet, aile eğitim, din, ordu, hukuk vb. Bu artı değer yasasından çıkar ve bu yasanın sürdürülmesine hizmet eder.

Sermaye el konulmuş artı değerdir ve her şeyi sermayenin daha fazla büyümesi içindir. Savaşlar, işgaller, katliamlar vb. artı değere el koymak için, mahkemeler de bu durumu meşruiyet oluşturmak amacıyla vardır. Egemenler artı değere el koymak ve daha fazla kar elde etmek için kendi koydukları yasaları çiğnemekten çekinmezler. Böyle bir durumda emperyalist tekellerin zararına tek bir kişinin “Faizi düşüreceğim”, “Kura müdahale edeceğim” (sistemin öngördüğü biçimler dışında), “Şu işlemlerin yapılmasını yasaklayacağım” vb. tehditlerin 3 günlük ömrü vardır. 3’üncü günün sonunda özür dilenerek tekellerin zararlarının nasıl karşılanacağı konuşulur.

Despotizmin siyasal ve hukuki aşkınlığa sahip olduğu ve bundan dolayı da ne geçmişe ne degeleceğe yer verdiği,“içinde bulunulan anın rejimi” (age. syf. 83) olduğu söylenir. Kapitalist sistem içerisinde kurulan devletlerin ise bir geçmişi olmak zorundadır. Pazara hakim olabilme süreci içerisinde ulus devlet olabilme çabası başka özelliklerle birlikte ortak tarihi geçmişi gerektirir. Uluslaşma sürecini geriden takip etmek zorunda kalan sömürge, yarı sömürge ülkelerde tüm tarihi referanslar geçmişteki kısa saadet ve başarılı olunan dönemlere aittir.

Bu seçkilerin pek çoğunun tarihsel süreçteki gerçeklikle bağları kopmuş/kapanmıştır. Bu kopuş,  yeni gerçeklikler üretmek için hem bir zemindir veya tercihtir, hem de bir zorunluluktur. Tarihe yaklaşım özneldir ve üstün olma, dünyaya bedel olma gibi retorikler tarihsel dayanaklar yaratılarak var olan tüm sorunların, çözümsüzlüklerin anahtarı olarak kullanılacak siyasi-ideolojik kavram düzeyine yükseltirler. Geçmiş ile kurulan ilişki, hayal edilen şimdinin ve geleceğin (ve hatta geçmişin) yapı taşlarını yaratma/bulma ve kurma ilişkisinden başka bir şey değildir.

Antik döneme ait tapınak kalıntılarını gecekondu yapımında kullanılmasına benzer ilişki geçmişle kurulur, yeni bir tarih yaratılır. Önemli olan bu yeni gerçekliğin iç tutarlılığı, bütünlüğü, sağlamlığı, doğruluğu değil sadece var edilebilmesi, yaratılmasıdır. Burada önemli olan kurgulanan şeyin sosyo-ekonomik sistemin yeniden üretebilmesinde sağladığı fayda ve pazarın kontrol edilebilmesindeki yarardır.

Louis Bonapart cumhurbaşkanı seçildiğinde yetkileri arasında meclisten bağımsız olarak bakanları atamak, görevlerine son vermek, tüm makam ve mevkileri dağıtmak, münferit canileri affetmek, ulusal muhafızları görevden almak, seçilen genel, yerel meclisleri ve belediye meclislerini danıştay ile birlikte feshetmek, başka ülkelerle anlaşmalar yapmak bulunuyordu. Bununla birlikte tüm silahlı gücü, bürokrasiyi kontrol ediyor ve yürütmenin tüm araçların elinde bulunuyordu.

Montesqueu’nun despotu Tiran ise kendine gerekli olan veziri, valileri, paşaları, kadıları “rastlantısal” olarak seçiyor ve verilen bu ünvanları verdiği gibi aniden gerekçesiz olarak alabiliyordu. Her memur despotun iktidarını elinde bulunduruyordu, ancak bu yalnızca görevden alınmasını ya da kellesinin vurulmasını erteliyordu. Bunlar, üzerinde elinden bulunduğumuz coğrafyada yaşayan insanlar açısından çok tanıdık, bildik olgular.

Bugün bu coğrafyada bir bürokratın, bir belediye başkanının, bir bakanın, hatta bir başbakanın yasal görev sürecinin sonunu görüp göremeyeceği meçhuldür. Bu kişiler bir sabah uyandıklarında da metal yorgunluğu sebebiyle istifa etmesinin istediğini öğrenebilir.

Yaşadığımız ülkede üzerine en çok konuşulan konulardan bir tanesinin liyakat olmasına rağmen, liyakatın hayattaki karşılığı sözlükte kapladığı fiziksel yerden daha fazla değildir. Akraba, eş-dost olmak, herhangi bir makamı bir gecede elde etmek için yeterli özelliktir. Düşük profilli olmak ise aranan diğer bir özelliktir.

Marx, anayasanın 45. maddesinin her gün Louis Bonapart’a seçilişinin dördüncü yılında iktidarının biteceğini hatırlatarak, “kardeş ölüm demek bu!” diye (18 Brumeire,sf. 51.) seslendiğini söyler. Bu kabus Louis Bonapart’ın 2 Aralık 1851’de yürütme darbesini gerçekleştirmesi ve 2 Aralık 1852’de de kendini III. Napolyon adıyla Kral ilan etmesi ile son bulur. Louis Bonapart, bu yolu kurduğu 10 Aralık Cemiyeti ile birlikte yürütmüştür. 10 Aralık Cemiyeti Paris’in lümpen proletaryasından oluşuyordu.

Sefiller, ahlaksızlar burjuvazinin yoldan çıkmış artıkları,macera peşindeki serseriler, ordudan atılmış askerler, salıverilmiş hükümlüler, kaçak kürek mahkumları, dolandırıcılar, şarlatanlar, yankesiciler, üç kağıtçılar, kumarbazlar, dilenciler, yazar ve edebiyatçı takımı, kısacası Fransızların LaBohème dediği ne yapacağı belirsiz, oradan oraya savrulan bir kitleden oluşmaktadır. Bu cemiyet, tüm üyelerinin tıpkı Bonapart gibi çalışan milletin sırtından kendileri için hayır işlemek istemesi anlamında bir “hayır”cemiyeti idi (Marx, age. Sf. 103).

Nisan-Mayıs aylarında gerçekleştirilen “kısmi af” ile hapislerden 10 Aralık Cemiyeti üyelerinin vasıflarını taşıyan kişilerin -özellikle çetecilerin- sokaklara salındığı bir dönemi yaşıyoruz.

Bunlarla birlikte ne-kim oldukları belli olmayan(!) kişilerce kahve benzeri oluşumlar kurulduğu, emekli askerlerin oluşturduğu “güvenlik teşkilatlarının” örgütlendiği bir süreci yaşıyoruz. Bu oluşumlar ve benzerlerinin ne amaçla kuruldukları ve görevlerini nasıl yerine getireceklerini ölüm orucunda hayatını kaybeden Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in cenazesi sürecinde yaşananlardan, Ayhan Bilgen’e ve daha pek çok devrimci, demokrat, yurtsevere gönderilen tehdit mesajlarından biliyoruz.

Ayrıca karıştıkları şiddet görüntüleri eşliğinde,“parti milisi”  oldukları yönünde eleştiriler ile birlikte neredeyse polisin tüm yetkilerine sahip, sadece giydiği üniformanın rengi değişik olan bekçilerle ilgili yasa tasarısı da haziran ayının başlarında meclisten geçti.

Geçmişte, tarihin belli bir zaman diliminde var olan ekonomik-siyasi-ideolojik biçimleri bugünkü biçimle birleştirerek eşitlemek diyalektiği yok saymak demektir. Bu eşitleme verili zamanda var olan üretim biçimi, üretim ilişkilerini doğru tanımlayamamanın sonucudur. Üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin analizi doğru yapamama, doğru tanımlayamama üst yapının da yanlış tanımlanmasına yol açar. Sınıf mücadelesinin görmezden gelinmesine, yok sayılmasına götürür.

Despotizm, otokrasi vb. de insanlar Montesqueu’nun deyimiyle “hiçbir şey olmadıkları için eşittirler.” Böyle bir durumda hiçbir şey olmamış eşitliğinde sınıflarda olmaz.

Tarihi bir dönem olan geçmişte bugün eşitlendiğinde kapitalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm, burjuvazinin bir devlet biçimi olan faşizm vb. yok sayılacaktır. Faşizmin burjuvazinin bir devlet biçimi olarak yadsınması, Alman faşizminin sadece ruh hastası (!) Hitler ve onun etrafında toplanan bir avuç faşistin işi olduğunu söylemek anlamına gelir ve bu durumda da sonuç siyasi olarak oportünizm, ideolojik olarak revizyonizmdir.

Dünya genelinde 2008’den bugüne adım adım ivmelenerek ilerleyen ekonomik bir kriz hüküm sürüyor. Durgunluk, büyüyememe, resesyon gibi ekonomik terimler gündemi fazlasıyla kaplıyor. Kovid-19’un üretim tüketim (arz-talep) zincirinde yarattığı yıkım ile birlikte yaşanan kriz genişleyip derinleşiyor.

Ekonomik kriz toplumsal bir isyan dalgası yaratıyor. Kovid-19 öncesi Şili, Lübnan, Irak gibi ülkelerde yaşanan fakat salgın nedeniyle belli bir durgunluk sürecine giren eylemlikler tekrar ivme kazanmaya başladı. Tam da bu günlerde ABD’de George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi başta ABD’nin pek çok şehrinde olmak üzere dünyanın pek çok yerinde ırkçılık karşıtı protestoların artmasına yol açtı.

Dünyada derinleşen ekonomik kriz, yoksul emekçi halkların daha fazla yoksulaşmasına barınma, yiyecek, su gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmesine, işsizliğin çığ gibi büyümesine evsizlerin sayısının her geçen gün daha fazla artmasına sebep oluyor. Kovid-19 bu yoksulluğu daha da derinleştirdi.

Yoksul emekçi halkın kapitalist-emperyalist politikalar sonucu zaten çok zor ve kısıtlı olarak ulaştığı sosyal güvenlik hizmetlerine (sağlık vb.) hiç ulaşamaz oldu. Salgında hayatını kaybedenlerin çok büyük kısmının yoksul emekçi insanlar olması var olan emperyalist-kapitalist sistemi daha çok ve daha yüksek sesle tartışılmasını, memnuniyetsizliklerin daha fazla ve daha şiddetli bir şekilde dışa vurulmasına neden oldu.

“Amerika’yı yeniden büyük yap” sloganıyla başkan olan Trump’ın temsil ettiği sermaye grubu ülke içinde daha önce geri çekilen çeşitli sektörlerin revize etme, yeniden canlandırma, iç pazara hakim olma, ülke dışındaki sermayeyi ülke içine çekerek ülke içine yapılan yatırımları arttırma biçiminde özetlenebilecek birikim süreci çerçevesinde içe kapanmaya başlamıştır.

Dünyanın hegomonik gücü olan ABD, aynı zamanda dünyanın en büyük ithalatçısıdır da. “Dünyanın herhangi bir ülkesi ABD ekonomisinin makro ekonomik durumunu sergileseydi şimdiye çoktan IMF nin acımasız kemer sıkma ve yapısal uyum işlemlerine tabi tutulurdu”(David Harvey- “Yeni” Emperyalizm: Mülksüzleştirme yolu ile birikim).

Var olan kapitalist-emperyalist ekonomik sistemin sürdürebilmesi, ABD’nin hegomonyasını devam ettirebilmesi için bu durumun sürdürülmesi gerekiyor. Ancak ekonomik krizin derinliği, işsizlik geldiği boyut, yoksulluğun artması, dış borç stoku gibi durumlar ABD açısından katlanılmaz duruma geldi.

Yaşanan bu ekonomik tablodan dolayı ABD’nin iç pazarını uluslararası ticarete kapatmaya çalışması, ithalatı kısıtlaması dünya ekonomisi açısından büyük bir sorun teşkil ediyor. Dünyadaki tüm ülkelerin ihracatının en büyük bölümü ABD ile yapılır. Kriz ile birlikte, en büyük pazarın kapanması (en iyi ihtimalle küçülmesi) zaten ekonomik olarak büyüyemeyen ülkelerin ekonomik krizin girdabına kapılmalarına neden olacak.

Ekonomik kriz Kovid-19 süreci öncesi zaten içinden çıkılamaz bir durumdaydı. Salgın ile birlikte krizin etkileri ile ilgili tüm umut kırıntıları da kayboldu ve yaklaşan çöküntünün derinliği ile ilgili tahminler her geçen gün egemenler açısından daha korkutucu oluyor. Ancak tüm ekonomik krizlerin yoksul emekçi halklara vurduğu, faturanın emekçi halkları çıkarıldığı da bir başka gerçektir.

Bugün yaşanan krizin 1929’daki Büyük Buhran’dan daha büyük bir krize dönüşeceğini hesaplayan egemenler, yaşanacak altüst oluşun toplumsal bir devrim sürecinin sıçramasının önüne geçmeye çalışıyorlar. Yapılan bu planlar çerçevesinde “faşizm” önemli bir yer tutuyor. Avrupa’nın neredeyse her ülkesinde faşist parti ve hareketler belirli bir gelişme, genişleme ivmesi yakalamış durumdalar.

Amerika’da, Avrupa’da ve dünyanın pek çok ülkesinde George Floyd’un katledilmesi sonrasında gerçekleşen ırkçılık karşıtı eylemler aslında bu ülkelerdeki ırkçılığın, faşizmin ne kadar derinlerde ve boyutları ne kadar büyük olduğunu gözler önüne serdi. “ABD’de ırkçılık arttı demek çok yanlış çünkü ABD’nin hukuk, güvenlik, eğitim ve sağlık yapısı ırkçılık üzerine kurulmuştur. Irkçılıkla bağlantılı olmayan herhangi bir devlet kurumu ya da siyasi-ekonomik politika yoktur.” (Doktor Aysuda Kölemen -5 Haziran 2020- Cumhuriyet) ABD için yapılan bu tespitler tüm Avrupa ülkeleri için de geçerli.

***

Despotizm ve benzeri bazı özelliklerinin bugünkü siyasi ideolojik formasyon içerisinde de bulunduğunu bazı özelliklerinin ise bugünkü siyasi ideolojik formasyonla uyuşmadığını gördük. Bugünkü bazı biçimlerin, yöntemlerin buluşması için burjuvaziye rağmen yürütme darbesi yapan Louis Bonaparte’nin tarihsel sürecinin de var olduğuna Marx’ın tahlilleri çerçevesinde değindik.

Yöntemimiz, ele alışımız “Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlu müelliflerine yönelik acı ve nüktedan bir tahkirle kısıtlar kendini. Hadise eylemini görür. Hadise ona masmavi gökte birden çakıveren bir şimşek gibi görünür. Tek bir bireyin şiddet eğilimini görür burada sadece. Ona dünya tarihinde emsali gösterilemeyecek kişisel bir inisiyatif gücü atfetmekle bu bireyi küçülteceğine büyüttüğünün farkına varmaz. Proudhon ise hükümet darbesini ondan önceki tarihsel gelişmenin bir sonucu olarak tasvir etmeye çalışır.

Ne var ki onun hükümet darbesi hakkındaki tarihsel yorumu, istemeden bir darbe kahramanın tarihsel savunmasına dönüşür. Nesnel denen tarih yazıcılarının hatasını düşer böylece. Ben ise Fransa’daki sınıf mücadelesinin nasıl vasat ve grotesk bir şahsiyetin bir kahraman rolü oynamasını mümkün kılan durumları ve koşulları yarattığını gösteriyorum.”(18 Brumeire, sf. 22) diye açıklanan yöntem, ele alıştır. Tarihi bireyler yapmaz tarihin devindirici gücü sınıf mücadeleleridir.

Sömürücü egemenleri temsil eden onların çıkarlarını savunan kişilerin-liderlerin davranış düşünüş biçimi temsil ettikleri savundukları egemenlerin sınıfsal davranış ve düşünüş biçimidir. Var olan üretim biçimi ve bu üretim biçiminin üzerinden yükselen siyaset ve ideoloji doğru kavranmazsa “belki de daha önce hiç görülmemiş bir biçimde kendi başına her şeydi ve her şeyi tek bir yerde toplamıştı.

Kendi ideolojisinin yaratıcısı, taktikçi ve demagojik bir arındırma figürü, lider, devlet adamı ve 10 yıl süresince dünyanın hareket merkeziydi” (Reinhard Kühnl ve Robert Erlinghagen, Faşizm Üzerine Önlenebilir bir Yükseliş  sf. 110 Yordam Yayınları) diye tanımlanan Adolf Hitler’de bir despot, otokrat olarak kabul edilebilir (!).

Kapitalist-emperyalist sistemin hakim olduğu ülkelerde ve bu ülkelere göbekten bağımlı olan yarı sömürge ülkelerde yükselen faşizmdir (yarı sömürge ülkelerde faşizm kurucu üye olarak var olabiliyor). Faşizmin hedefi işçi sınıfıdır, işçi sınıfının örgütleri mücadelesi ve kazanımlarıdır. Ekonomik krizin yaratacağı tahribat ve işçi sınıfının gelişerek büyüyecek mücadelesi egemenlere korku dolu günler vaad ediyor. Egemenler despotizme, otokrasiye vb. değil faşizme sarılıyor.

“İtalyan yoldaşlarımızın şunu hesaba katması gerekir: İdeolojik ve siyasi çürümüşlük içindeki faşizm, tüm askeri-terörist gücünü onlara yöneltecek en insafsız ve vicdansız şiddet gösterilerinden çekinmeyecektir. Hazırlıklı olmak gerekir!” (Clara Zetkin-Komüntern Yürütme Komitesinin 1923’teki toplantısında yaptığı konuşma)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu