Makaleler

Satılmış medyan varsa dağlar fare de doğurur… (Koray Düzgören*)

Hürriyet’teki köşesinde Murat Yetkin yine her zamanki Oktay Ekşi üslubuyla yazmış. “Zarrab davasında dağ fare doğurabilir” diye uyarıyor.

Uyarı, bu dava ile AKP iktidarı ve özellikle de Erdoğan arasında bağ kurulacağını düşünen muhaliflere.

Tabii bulunduğu konum gereği (Kolay değil, böyle bir dönemde hala Hürriyet’teki görevine ve köşesine devam ediyor) bu önemli davayı tümden de reddetmiyor. “Bazı sonuçları olabilir bu davanın” diyerek muhalif kesime de çaktırmadan bir selam gönderiyor.

Sonra yarın, bu davanın fare doğurmayacağı, önemli sonuçları olacağı anlaşıldığında dönüp, “ben zaten demiştim” diyebilmek için de kapıyı aralık tutuyor. Her devrin gazetecisi unvanını almak kolay değil tabii.

“Muratgiller” gazeteciliğini reçetesi işte bu. Ne yazık ki, onun gibilerin onun yolundan yürüyenlerin sayısı hiç de az değil.

Hapisteki gazetecilerin bir bölümü onun da arkadaşı olduğu için arada sırada da olsa onların haksız yere hapislere atıldığını, gereksiz yere tutuklandığını söyleyebiliyor. Hatta daha da ileri gidiyor, bazı arkadaşlarımız için adliye sarayları önündeki toplantılara da katıldığı oluyor.

Basın özgürlüğüne falan atıf yapabiliyor. Kaldı ki iktidar medyasından dahi insaflı sesler duyuyoruz bazen.

Ama iş, bu arkadaşlarımızın niçin ve kim tarafından haksız hukuksuz bir şekilde zindanlara tıkıldığı meselesine gelince, üslubun öteki tarafı çıkıyor ortaya.

“Erdoğan’ı çevresi yanıltıyor” yazıları döktürülüyor. Bu yazıları okuyunca zannedersiniz ki, bu kadar insan kendi istekleri ile zindanlara girmişler eza, cefa çekiyorlar!

Hemen her yazısında Saray’ın, iktidarın mesajlarını ustaca satırları arasında serpiştiriyor. Olmadı, Ankara’nın değişik koridorlarında dillendirilen söylentilere dayandırıyor söyleyeceklerini. Böylece aradan sıyrılmış sayıyor kendini. Saray’dan eleştiri gelirse de muhtemelen, “Bu benim düşüncem değil” diyor. Muhalefetle de arayı iyi tutmak gerek tabii, oradan bir şey diyen olursa da tahminim, “Ben sadece o tarafta olanları yansıtıyorum, bu da gazeteci olarak benim görevim” savunması yapıyor.

Bazen görüştüğü etkili ve yetkili derin gırtlaklardan aldığı bilgileri bizimle paylaşmak lütfunda bulunuyor.

Velhasıl güzel götürüyor Murat ‘Ankara gazeteciliği’ni.

BİR GÜN ELEŞTİRİ BİR GÜN TELAFİ

Bir gün eleştiri dozunu kaçırsa ertesi gün onu gayet güzel telafi ediyor.

Geçenlerde bizim ne zamandır yazdığımız, söylediğimiz bir gerçeği dile getirmek zorunda kaldı. Soçi’de Erdoğan’ın Suriye konusunda oyun kurucu rolünü kaybettiğini, oyunu Putin’in kurduğunu yazdı. Belli ki Ankara’da danıştığı devletin derin çevreleri de aynı görüşü paylaşmış, “Bu kadar da olmaz” demiş olmalılar.

İşte dün çıkan Zarrab davası ile ilgili yazısı herhalde böyle bir telafi yazısı.

Peşinen söylüyor:

“Türkiye içinde ya da dışında muhalefet umutlarını ABD’deki RezaZarrab davasına bağlayanlar varsa, bana kızacaktır şimdi ama bu davada dağın fare doğurma ihtimaline hazırlıklı olmalarında yarar var” diyor.

Gerekçe olarak da Erdoğan’la Zarrab arasındaki ilişkilerin kanıtlanmaya ihtiyacı olduğunu ileri sürüyor.

Saray’ın başından beri söylediği de bu. Ve bu yaklaşım bütün Saray broşürlerinde ana tema olarak işleniyor.

Oysa ki ABD’deki yargı sistemi, Türkiye’dekinden farklı. Savcı ile anlaşma ve itiraf denilen sistemde artık sanık olmaktan çıkarılan tanığın doğru söylediği kabul ediliyor. Yalan söylerse ve bu ortaya çıkarsa da anlaşma bozuluyor.

Şu anda RezaZarrab’ın dinleme kayıtlarını doğrulaması, artık bu dinlemelerin yasal kanıt olması anlamına geliyor. Bunu benim kadar Muratgiller de bilirler. Reuters haber ajansının bütün dünyaya “Erdoğan, İran’ın kara parasının aklanmasına bulaştırıldı” başlığı ile duyurduğu Zarrab’ın“bu ticarete Erdoğan’ın onayı ve emri ile başladık” itirafları, Muratgillere göre “Dağ fare doğurdu” ise bize de “pes doğrusu” demek düşer.

MURAT UTANIYOR, BİZ UTANMIYORUZ

Bir başka yazısında da Murat, nedense bu davanın manevi yükünü omuzlamış görünüyor.

“Zarrab konuştukça biz utanıyoruz” diyor.

“Ne de olsa Türkiye’nin bakanlarıdır, bankalarıdır, itibarıdır bir Türk mahkemesinde yargılanmak, aklanmaya çalışmak dururken, Amerikan mahkemesinde ortalığa dökülen. Türkiye’nin dürüst, namuslu insanları bunları duydukça utanıyor, utanmayanlar olsa da.”

Biz utanmıyoruz ama doğru, siz utanmalısınız.

Onların işledikleri suçları, yedikleri rüşvetleri, hırsızlıkları, hukuksuzlukları bulunduğunuz yerleri, görevleri koltukları, makamları ya da aldığınız paraları korumak için görmezden geldiniz. Türkiye’nin dürüst, namuslu insanlarını hele de mücadele eden, bütün bunlara direnen insanlarını şimdi kendinize yandaş tutmaya kalkmayın. Utancınızda siz boğulun, öyle bir duygunuz kaldıysa tabii.

Türkiye suçlanacakmış da bu ayıp oluyormuş da…

Bu masallara siz ancak tatlı su muhaliflerini kandırır başı zora düşünce “vatan, millet” edebiyatına sarılan ve bu iktidarla var olup ondan nemalanan yandaş takımına hoş görünürsünüz.  

Gazeteciliğin temel ilkesi evrenselliktir, insandan yana, haktan, hukuktan, adaletten yana olmaktır. “Soyuyor ama benim devletim soyuyor, öldürüyor ama benim iktidarım öldürüyor” söylemleri, siz yanardönerMuratgillerin ayakta kalabilmelerini sağlayan ilkesizliklerin bazıları. 

Bir de “ne de olsa aynı gemideyiz” diyen zavallıları da bu kategoride saymak gerekir tabii.

Ülkeyi bu hale getirenler ve bu hale gelmiş ülkeye bakıp dertlenerek, “Biz niye zamanında tepki koymadık, meydanı bir avuç hırsız ve rezile bıraktık” diyebilenler için şimdi utanma zamanıdır.

Bunu, bütün bu işler olup biterken düşünecek ve tepkinizi dürüstçe, cesurca, acaba ben sütunumu kaybeder, işimden atılır mıyım demeden yapacaktınız.

BEYEFENDİYİ KORUMA ÇABALARI

“Hani şimdi tam da iktidarı eleştirmeye başlamışken bu kadar da yüklenmeseydin” diyenlere, “Hiç boşuna heveslenmeyin” diyeceğim.

Çünkü, bu utangaç gazeteci, ‘utandığını’ söyledikten sonra da malum zatı korumanın derdine düşüyor.  Olup bitenler başka bir gezegendeymişçesine soruyor:

“Ve sorumuz hala geçerli: Kim bu Zarrrab ve benzerlerini Türkiye’de sisteme davet etti? Zarrab’ı sisteme dahil ederken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın geçenlerde tepki gösterdiği üzere ‘Beyefendi böyle istiyor’ diyen olmuş muydu? Bu şaibeli işlere neden girildi?”

Kendince “beyefendiyi” korumaya çalışıyor. “Beyefendinin haberi olmayabilirmiş! Bu şaibeli işlere nasıl ve kimlerin izni ile girilmiş bilinmiyormuş!” Bunu yaparken gazetecilik ayaklar altına alınmış kimin umurunda.

Son olarak şunu söylüyor Murat Yetkin:

“Bizim işimiz Türkiye’deki mahkemelerin görmesi gereken işleri Amerikan mahkemesine bırakarak, Zarrab ve onun gibilerin ağzına nasıl sakız olduğumuzu içimiz ezilerek de olsa yazmaya, aktarmaya çalışmak.”

İçi ezilmiş ama görevini de yapmış, huzur içinde.

Senin kendine verdiğin görev bu olabilir ama gazetecinin görevi, başta elbette ki yanıbaşında olan biten kanlı olayların, işlenen insanlık suçlarının, cinayetlerin, haksızlıkların, hukuksuzlukların, hırsızlıkların ve cümle rezilliklerin sebebini araştırıp, bulup çıkartmak ve bunu hiç kıvırtmadan, beyefendileri koruma ve kollamaya çalışmadan kamuoyuna yansıtmaktır.

Bunu bedeller de ödeyerek yapan ve yapmaya da devam eden içeride ve dışarıda hala gazeteciler var. Ne parasızlığından ne işsizliğinden utanan. Akademisyenler, aydınlar var. İşçiler işsizler var. Kadınlar var, insanlar var.

Hakkını aradığı için, işini aşını istediği için ölümüne direnenler var. Onlar ne sizlerle aynı gemide ne de bu utancın ortaklarıdır.

“Dağ fare doğurabilir” diyor Ankara gazetecisi Murat Yetkin.

Böyle satılmış bir medyan varsa dağ fare de doğurabilir başka şeyler de…

*https://www.artigercek.com/. 6 Aralık 2017

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu