GüncelMakaleler

Politika-Gündem | “Uçan Ekonomi” ve Kölelik Düzeni! Haklarımızdan ve Hayatımızdan Vazgeçmiyoruz: İSYANDAYIZ!

"Kadın hareketi son derece somut, anlaşılır ve gerçekleştirilebilir bir hedefle ve üstelik de dar grupçu kaygılardan hareket etmeyerek, birleşebileceği bütün güçlerle birleşip, iktidarın ve elbette patriyarkanın kadın yaşamı üzerindeki tahakkümüne ve kazanılmış haklarına yönelik saldırılarına karşı örnek bir pratik duruş sergilemektedir"

Geçtiğimiz hafta altın fiyatlarında yaşanan yükseliş, döviz kurlarına da yansıdı. Türk Lirası Dolar ve Euro karşısında yüzde 3 oranında değer kaybetti.

Yaşananlar dünya çapında koronavirüs nedeniyle Doların değer kaybetmesi gerçekliğiyle ele alındığında meselenin önemi ve Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kriz hali daha net anlaşılır. Emperyalist mali sermayeye tam bağımlı ve bu anlamıyla yarı-sömürge bir ekonomi olan Türkiye ekonomisi tam bir çöküşün işaretlerini vermektedir.

Hemen belirtmek gerekir ki, sorun tek başına AKP-MHP iktidarı değildir. Kapitalist emperyalist sistem bir kriz içindedir. Koronavirüs salgını bu krizi daha da derinleştirmiş durumdadır. Örneğin Alman ekonomisinin 2011 koşullarına geri döndüğü ve resmi verilere göre resesyona girdiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla sorun sistemle ilgilidir.

Emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağlı olan Türkiye ekonomisinin bu krizden etkilenmemesi elbette mümkün değildir. Oysa koronavirüs salgınının başlangıcında bizzat R.T.Erdoğan aracılığıyla “krizin fırsata çevrilmesi”nden bahsedilmiş, Türkiye’nin “Çin’in yerini alacağı” iddia edilmişti.

Ne var ki Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum bu türden propagandif yaklaşımlara izin vermeyecek kadar açıktır. Türkiye ekonomisinin başta istihdam olmak üzere işsizlik, yüksek enflasyon, sürekli büyüyen cari açık, dışa bağımlılık vb. konularında içinde bulunduğu durum açıktır. Dünya çapında yaşanan krizin Türkiye ekonomisine yansıması bu nedenle daha derin olarak hissedilmektedir.

Krizi daha da ağırlaştıran elbette Türk hakim sınıflarının ekonomik politikaları, “günü kurtarma” çabalarıyla sözde önlemler almaları, 2009’dan bu yana özellikle krizin belirtilerini dış borçlanmayla kapatmaya ya da gizlemeye çalışmaları gibi faktörlerdir. Yani ekonomik krize dair yapılan tüm “tercihler” Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumu daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Yaşanan durumu R.T.Erdoğan beklenildiği gibi değerlendirdi ve “Türkiye tırmanışta, bunu görmek istemeyenler var” dedi. Yine Ayasofya’da bir cuma namazı çıkışında yaptığı açıklamada, buzdolabı satışlarının yüksekliğinden örnek vererek “Bazı sıkıntılar yok değil. Ama Türkiye adeta bir uçuşun içinde. Gözü olup görmeyenler bunu yanlış aktarıyor. Ne kadar yanlış anlatırlarsa anlatsınlar bu tırmanışımızı devam ettiriyoruz, devam ettireceğiz” dedi ve Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu krizi savaş ve işgal politikalarının maliyetine bağladı: “Terörle mücadele ücretsiz yapılmıyor. Ciddi manada harcamalarımız oluyor. Savunma sanayiide yerli-milli yüzde 20’yken yüzde 70’e çıkardık. Bunun bir maliyeti oluyor. İnsansız hava araçlarıyla gerek içeride gerek Suriye’nin kuzeyinde gerek Irak’ın kuzeyinde önemli sonuçlar alıyoruz. Libya’ya boşu boşuna gitmedik…. Sen Türkiye’ye bak…” (7 Ağustos)

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kriz hali yapısaldır. Emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağımlı ekonomik sistem, emperyalist mali sermayenin müdahalelerine daima açıktır. Günümüzde koşullarını ağırlaştıran ise R.T.Erdoğan’ın açıklıkla ifade ettiği, Türk devletinin işgalci ve yayılmacı politikasıdır. Bu politika beraberinde Türkiye ekonomisine yeni yükler getirmektedir. Kuşkusuz ortaya çıkan bu yükü, Türk hakim sınıfları çekmemektedir. Onlar, saraylarında ve yalılarında krizleri fırsata çevirmektedirler.

Ekonomiyi kendileri açısından gayet iyi yönetmektedirler! Devletin her türlü olanağı, ihaleleri, yatırım paketleri vb. hakim sınıfların çıkarları için kullanılmaktadır. Bu durumu İktisatçı Mustafa Sönmez’in, “Doları aylarca bastırıp borçlu yandaşlara kamu bankaları üstünden 6,80’den sattılar. Yandaşlar şimdi alsalardı doları 7,25’ten alacaklardı. Kıyağı görüyor musunuz? Merkez Bankası 2019’dan bu yana 90 milyar doları ucuzdan sattı. Rezerv eritti. Şimdi bedeli tüm topluma ödetecekler” ifadelerinde de net olarak görebiliriz. (6 Ağustos)

Türkiye ekonomisinin “uçuş hali”nin nasıl olduğu ve döviz kurlarında yaşanan son yükselişin maliyetinin ekonomiye ne getireceği son derece açıktır. “Döviz kurlarındaki her 1 kuruş artış tüm vatandaşımızın daha çok vergi ödemesi anlamına geliyor. Merkezi yönetim dış borcu 96 milyar dolar, 1 dolar 2 Ocak 2020’de 5,95 TL. 6 Ağustos 2020’de 7,12 TL. Kamu dış borcu TL artışı 112 milyar TL.” (Özcan Kadıoğlu, Dünya, 6 Ağustos)

Kısacası “uçan ekonomi”de dolardaki 1 kuruşluk artışın Türkiye’ye maliyeti 4.5 milyar liradır. Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından 31 Mart 2020 tarihli Türkiye’nin brüt ve net dış borç stoku 431 milyar lira olarak açıklanmıştır. Dolar/TL kurunda bir gün içerisinde yaşanan 24 kuruşluk artışın ülkeye maliyetinin 100 milyar liradan fazla olacağı açıktır. Bu durum örneğin 2020 yılı başında yine resmi kuruluşlarca açıklanan kişi başı milli gelirin 9 bin 127 lirayla karşılaştırıldığında kişi başına milli gelirin 7 bin 139 dolara inmesini ve dolayısıyla halkın 1980 dolar fakirleşmesi anlamına gelir.

Sonuç olarak döviz kurlarında yaşanan artışın faturası Türk hakim sınıflarına değil işçi ve emekçilere kesilecektir. Döviz kurlarında yaşanan her artış halka daha fazla yoksullaşma, işsizlik, pahalılık ve vergi artışı olarak yansımaktadır.

Bin odalı saraylarında oturup, “uçan ve tırmanan ekonomi”den dem vuranlar işçi sınıfına ve halka daha fazla yoksulluk, açlık ve işsizlik getirmektedirler. İşçi sınıfı ve halka tam bir “kölelik düzeni” dayatmaktadırlar. Bu politikalara itiraz eden kim varsa faşizmin hedefine konulmaktadır.

İşçi sınıfına zorla çalışma dayatması ve işçi sınıfının hareketi

Son açıklanan verilerde, Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 28.7, koronavirüs salgınının etkisiyle geniş tanımlı işsiz sayısı 17 milyon 722 bin kişi, yüzde 52.2’yi buluyor.

Mesele sadece işsiz olmakla bitmiyor. 5 milyon kişi asgari ücretle (2 bin 325 lira) çalışıyor! TÜİK verilerine göre “işi var, çalışıyor, şanslı kişi” bildiğimiz 1.8 milyon kişi asgari ücretin altında bir ücretle kölelik sisteminin içinde yer alıyor! Bu “şanslı” kişiler de gerçekte açlık sınırının (2.406 lira!) altında bir gelire mahkum durumdadır.

Böylelikle 6.8 milyon kişi (yani en az 3-4 milyon hane) açlık sınırının altında bir gelire sahiptir. Asgari ücretin altında, asgari ücret düzeyinde ve asgari ücretin yüzde 15 üzerinde ücret alan toplam 10 milyon civarında emekçi söz konusudur.

Kısacası tam bir işsizlikle ve açlıkla terbiye etme durumu söz konusudur. Bu koşullara bir de çalışma yaşamının içinde bulunduğu durum eklendiğinde, işçi ve emekçilere gerçek bir kölelik düzeni dayatılmaktadır. Her ay onlu rakamlarla açıklanan iş cinayetleri bunun kanıtıdır.

Ancak iş sadece iş bulmakla bitmemektedir. İşçi sınıfına dayatılan çalışma koşullarının insanlık dışı yüzü, koronavirüs salgını döneminde daha görünür olmuştur. Salgın başlangıcında “çarklar dönmeli” denilerek işçi sınıfının “işsizlik-açlık mı, korona mı” ikileminde çalışmaya zorlanması bizzat devlet aygıtı eliyle “yasal hale” getirilmiş durumdadır.

Çanakkale’de bulunan Dardanel Gıda Fabrikası’nda çalışan 40’a yakın işçinin Covid-19 testinin pozitif çıkması üzerine evlerinde karantinada veya yıllık izinde olan işçiler de dahil olmak üzere fabrikanın tüm işçileri 27 Temmuz 2020 Pazartesi-9 Ağustos 2020 tarihleri arasında sadece fabrika sahasında ve belirlenen yerlerinde tutularak “kapalı devre çalışma sistemi” adı altında zorla çalıştırılmaya tabi tutuldular.

Dardanel şirketi tarafından çalışanlara gönderilen elektronik postada koronavirüs tedbirleri kapsamında çalışanların mesai saatleri dışında da gözetim altında tutulacağı kararının Çanakkale Valiliği İl Umumi Hıfzıssıhha Kurul kararı doğrultusunda alındığı ve zorunlu olduğu belirtildi. (Ve bu kararın altında CHP’li belediyenin de imzasının olduğunu vurgulayalım.)

Bu emre uymayan personele yetkili merciler tarafından 3.150 TL idari para cezası uygulanacağı ve kolluk kuvvetleri tarafından konaklama yerlerine zorla getirileceği açıklandı. Benzer durum Covid-19 testi pozitif çıkan ve koronadan kaynaklı ölümlerin yaşandığı Vestel fabrikasında işçilerin çalışmaya zorlanmasında da yaşanmaktadır.

Hatırlanırsa salgın başlangıcında MÜSİAD’ın hazırladığı bir raporda “çalışma kampları” önerilmişti. Bu örnekler faşizmin işçi sınıfına yaklaşımını, işçilerin yaşamları pahasına patronlardan yana tavrını net olarak göstermektedir. Anlaşılan önümüzdeki süreçte işçi sınıfına “yerli ve milli” elektronik kelepçeyle, çalışma kampları dayatılması gündemdedir.

Bu tablonun işçi sınıfı ve emekçiler arasında yarattığı etkinin, bir tepkiye dönüşmesi, en azından etki oranında bir tepkinin olmasını beklemek en “doğal” düşünüş biçimi gibi görünmektedir. Ancak sınıf mücadelesinin seyri bu şekilde matematiksel formüllerle ifade edilemeyecek kadar komplikedir. Burjuva-feodal sistemin başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenleri, sistemi korumak için yaptığı tüm hareketlerle, yürüttüğü her politikayla kendi mezarını kazmaya davet etmektedir.

İşçi sınıfının ise bu mezarı kazabilecek esas güç olarak tarif edebileceğimiz örgütlülükten uzak olması, patronların sömürüsünü her koşulda sürdürebileceği yanılsaması yaratıyor olabilir. Ancak tekrar edelim ki, bu noktada da sınıf mücadelesi-hareketi açısından matematik formülleri işe yaramaz. Henüz yüzeye vuracak mecrayı bulamamış olsa da dipte önemli bir yoksulluk, yoksunluk, gelecek kaygısı ile büyüyen bir huzursuzluk söz konusudur.

Bu huzursuzluğun dalgalara dönüşmesinin bizim sadece istememizle gerçekleşmeyecek olduğunu biliyoruz-bilmeliyiz. Ancak, bu durum, egemenler açısından sürdürülebilir olmadığı gibi ezilenler açısından da sürdürülebilir değildir. Er ya da geç bu dalga yüzeye vuracaktır. Esas mesele bu dalganın nereyi vuracağını belirleyecek olanların nerede olacağıdır.

Sonbahar, bir çöküşe mi işaret ediyor?

Yukarıda bahsini ettiğimiz ve ağır bir ekonomik krizin ortasında olduğumuz gerçeğini, AKP-MHP iktidarı ise siyasi manevra ve hamlelerle karşılamaya çalışmaktadır. Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasından “terörle mücadele” söylemine, HDP’ye yönelik operasyonlara kadar, diğer birçok faktörün yanı sıra esasta da ekonomideki gidişat, bu gidişatın gittiği yer olan çöküşü görmek mümkündür.

Bu siyasi manevra ve hamleler öyle bir boyuttadır ki, örneğin, Doların zirve yapmasının ardından Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’a yönelik gelişen öfkeye bir AKP milletvekili (Celalettin Güvenç) sosyal medyada “Köpekler havladı diye atlar ölmez…” şeklinde yorum yaparak kendi tabanını konsolide etmeye çalışabilmektedir.

Bu durumun AKP’ye oy veren yoksul halkın nezdinde hiçbir karşılığının olmadığını söylemek oldukça yanlış bir düşünüş tarzıdır. Örneğin Erdoğan tarafından, dünyanın tüm sıkıntılarının ve elbette ekonomik krizin de sorumlusu olarak CHP’nin gösteriliyor olmasının bir etkisi vardır. Ki sokak röportajlarında filesini bile dolduramadığı pazarda ekonomik krizin nedeninin sorulduğu bir teyze yanıtı hızla verebilmektedir: “CHP!”

Diğer yandan, her daim hedefte olan HDP’ye yönelik ise kuruluşundan bu yana yöneltilen siyasi soykırıma bir halka daha eklenerek, Parti içinde yaşanan-yaşandığı iddia edilen kadına yönelik cinsel, fiziki vb. saldırıların birbirine denk getirilerek aynı anda açıklanması, HDP Kadın Meclisi’nin müdahale etmesine dahi fırsat tanımamak için bilinçli olarak doğrudan parlamentoya getirilmesi gibi hamlelerle devam ettirilmeye çalışılması da yine aynı çöküş sinyallerinin bir sonucudur.

HDP, kendi içinde birçok erkeklik sorununu barındırıyor olsa da, aynı zamanda bu alandaki en iddialı partilerden biridir, nitekim HDP’li kadınların aynı zamanda aktif olarak kadın mücadelesi içinde yer alması, kadına yönelik cinsel, fiziksel vb. şiddete karşı iç mekanizmalarını işletmekteki ısrarı, kota uygulaması gibi önlemlerle kadının siyasetteki ve yaşamdaki yerini yükselten politikaları vb. iktidarın bu noktadan saldırmasının da nedenidir.

Yani HDP içinde yaşanan kadına yönelik şiddet vakaları, AKP-MHP iktidarı tarafından siyasi bir hamle olarak kullanılmaya çalışılmakta ve kamuoyuna da bu şekilde sunulmaktadır. Diğer yandan HDP’ye yönelik bu saldırı, kadın mücadelesinin toplumsal meşruiyetinin ne kadar yükseldiğinin de bir göstergesi olarak okunmalıdır.

Ancak, bir iki örneğini verdiğimiz bu manipülasyon kesinlikle yeterli gelmemekte ve AKP-MHP iktidarının çöküşü öylesine gözle görünür bir fotoğraf sunmaktadır ki, saldırganlığın ve siyasi hamlelerin boyutu da sürekli olarak artırılmakta, çoğu kez olduğu gibi akıl sınırlarını da zorlamaktadır.

Bu konuda, belki de en iyi örneklerden biri, bir süredir zaten kamuoyunda ısıtılan ve toplumun bir kısmını arkasına alan “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ya da kısaca İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarıdır. Ancak, kadınların itirazı ve bu itirazın birçok kesimden kadını bir araya getirmesi bu konuda da iktidarın baltayı taşa vurduğunu göstermektedir.

Kadın Hareketi öğretiyor!

Yukarıda bahsettiğimiz gibi faşizmin işçi sınıfı ve halka yönelik kölelik düzeni dayatmasının en önemli parçalarından biri olarak cinsiyet odaklı saldırılara karşı en net tavrı kadın hareketi ortaya koymuş durumdadır.

İktidarın “İstanbul Sözleşmesi”ne yönelik çekilme açıklamalarına karşı kadınlar, meydanları ve sokakları terk etmeyerek, yaygın ve direnişçi bir tutum sergileyerek nasıl bir tavır takınılması gerektiğini öğretmektedirler. Nitekim kadın hareketinin mücadelesi, iktidarın kendi içinde de çatlaklar yaratmış durumdadır.

Açık olarak ifade etmek gerekir ki; Türkiye devrimci hareketi, kadın hareketinin bu pratiğinden öğrenmek ve ders çıkarmak zorundadır. Kadın hareketi son derece somut, anlaşılır ve gerçekleştirilebilir bir hedefle ve üstelik de dar grupçu kaygılardan hareket etmeyerek, birleşebileceği bütün güçlerle birleşip, iktidarın ve elbette patriyarkanın kadın yaşamı üzerindeki tahakkümüne ve kazanılmış haklarına yönelik saldırılarına karşı örnek bir pratik duruş sergilemektedir.

Bu duruşun sadece patriyarkaya karşı mücadele açısından değerlendirilmesi son derece yanlıştır. Tabii ki, faşist sistemin en açık karakterlerinden biri olan patriyarkal yüzüne sıkı bir yumruk atmaktadır bu hareket.

Ancak diğer yandan yukarıda bahsettiğimiz ve iktidarın büyük bir çıkmazda olduğu gerçeğini yansıtan tablonun üzerindeki perdeyi yırtmakta gösterdiği başarıyla da faşist düzene atılmış bir tokat olarak görmek gerekir.

“Haklarımızdan ve hayatımızdan vazgeçmeyeceğiz” şiarlı bu faaliyet elbette eksiklikleriyle, hatalarıyla birlikte faşizmin bütün saldırganlığına, işçi sınıfı ve halka karşı dayatılan kölelik düzenine dair sokağın, eylemin ve direnişin gücüne dair net bir fikir vermekte ve yürütülmesi gereken devrimci pratiğe örnek olmaktadır. Kadınlar bir kez daha yaşamı ve direnişi öğretmektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu