GüncelMakaleler

MAKALE | ABD Emperyalizminin Enerji Politikası ve ABD-İran Gerilimine Dair

"Süreç içinde ABD emperyalizmi bu “büyük lokma”yı yaptırımlarla küçültmeye çalışacak ve kendince zamanı geldiğinde askeri olarak yönelmeyi deneyecektir. Çünkü emperyalizm savaşsız yaşayamaz."

Emperyalistler arası dalaşın bir sahası konumundaki Ortadoğu, yeni bir sürecin eşiğinde. Emperyalist kapitalist sistemin 2008 mali krizinin ardından emperyalistler arası dalaş, bırakalım azalmayı giderek büyüme göstermiştir. Zira, kriz bir cevap bekler. Bu cevap da çıkışın nasıl olacağı meselesidir. Bugün emperyalist kapitalist sistem açısından krizin de etkisiyle en önemli gündemlerden biri başta petrol olmak üzere enerji kaynaklarıdır. Emperyalist kapitalist ülkelerin ekonomisi, sahip oldukları enerjiye göre şekillenmektedir.

Bu açıdan emperyalistler arasındaki rekabette enerji kaynaklarına sahip olmak son derece önemlidir. Emperyalistler açısından elde edilmek istenen pazar ülkeler her şeyden önce enerji anlamına gelirken aynı zamanda ticaret hattı anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla sömürülen ülke, yer altı-üstü kaynakları ile emperyalist ekonomiye kaynak olurken aynı zamanda bulunduğu coğrafi-politik konumuyla emperyalist sömürünün transit yolu haline de gelmektedir.

Enerji deyince aklımıza birçok başlık gelebilir. Zira enerji demek her şeyden önce üretimin hızı, kar ve sömürü anlamına gelmektedir. Sömürünün “enerjisi” tarih boyunca değişmiştir. İlk önceleri savaşlarda kullanılmak ya da üretimde çalıştırılmak için insanken (köle) daha sonra 19. yüzyılda kapitalizmin gelişimiyle birlikte makineler için kömür ve sonrasında da hidrokarbürler (petrol ve doğalgaz) olarak devam etmiştir. Bu açıdan emperyalist sömürü açısından insanın bir enerji kaynağı olması durumu geçerliliğini korurken, devreye yeni yeni enerji kaynakları da girmiştir. Emperyalistler bu enerji kaynaklarına sahip olmak için neredeyse her şeyi göze almaktadırlar.

Emperyalistler bu durumu maskelemek, saldırganlıklarını meşrulaştırmak için gerekçeler yaratmaktan geri de kalmamaktadır. Demokrasi havariliği eşliğinde ortaya attıkları argümanların altını sömürü doldurmaktadır. Bu noktada yaptırımlar uygulanmakta, provokatif saldırılar gerçekleştirmektedir. Zira  enerji, gıda, silah, ilaç ve uyuşturucunun da önünde, en büyük küresel piyasayı temsil etmektedir. Enerji sektörü başlarda özel şirketler tarafından yönetilirken, daha sonra 60’lı yıllarda ABD’nin özel ilgi sahası haline gelmiştir. Kapitalist emperyalist üretimin gelişimiyle birlikte, yeni aktörler ortaya çıkmış ve piyasa daha da öngörülemez hale gelmiştir. Bunun dışında, SSCB’nin yıkılmasından sonra bu piyasa, 1 ila 4 misli arasında satış fiyat farklılıklarına maruz kalarak çok spekülatif bir hal almıştır.

 

ABD’nin enerji politikalarına kısa bir değini…

1960 yılında kurulan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), petrol fiyatlarını belirleme gücünü petrol şirketlerinden ihracatçı ülkelere aktarmış; bu durum ise yeni bir krizin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İslami ve ulusal bir motif katılarak gerçekleştiği belirtilen Mısır-Suriye ve İsrail arasında yaşanan savaş, bu nedenle ortaya çıkmıştır. Kipur Savaşı olarak adlandırılan savaş, petrol krizinin en net tezahürüdür. Bölgede kurulan İsrail devleti, emperyalistlerin bölgesel imtiyazlarının karakolu olurken, ABD bu sürece dair bir dizi politikasını bu devlet aracılığıyla hayata geçirmiştir.

ABD, Jimmy Carter döneminde Ortadoğu petrolüne erişiminin bir “ulusal güvenlik” sorunu olduğunu dile getirmiştir. ABD emperyalizmine göre Arap ülkeleri ve İran, ABD’ye “kara altın” satmayı reddetmemeli ve fahiş fiyat uygulamamalıdır. Bu politika, Ronald Reagan’ın başkanlığında da devam etmiştir. ABD emperyalizmi, Reagan döneminde bu politikasının askeri ayağını oluşturarak, ABD Komutanlığı olan CENTCOM’u (United States Central Command-ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) kurmuştur. CENTCOM ile sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, askeri üslerin kurulması süreci başlar ve bu üslerin geneli, enerji rezervlerinin denetimi amacıyla donatılır.

Baba Bush döneminde ise bu politika kuvveden fiile çıkar. Saddam liderliğindeki Irak’ın Kuveyt’i işgali, ABD emperyalizminin petrol kuyularının denetimini ele geçirme saldırısı ve işgaline dönüşür. ABD emperyalizmi, Bill Clinton döneminde ise enerji rezervleri konusunda Rusya’ya geri adım attırılması ve çevrelenmesi için boru hatları, otoyollar, demiryolları ve internet hatlarını inşa etmek ve güvenliğini sağlamak üzere yürütülecek askeri harekâtlardan oluşan bir yol haritası oluşturur. Bu yol haritasının sonuçlarından biri Balkanlar’da Yugoslavya’ya karşı yürütülen savaştır.

ABD emperyalizmi oğul Bush döneminde ise enerji üretimi ve piyasasını denetim altına alabilmek üzere bir dizi savaş yürütür. ABD’nin bu süreçteki politikasının arka planında yatan gerekçe enerji kaynaklarının yakında biteceğidir. Dolayısıyla petrol ve doğalgaz üzerinde hakimiyet kurmak belirleyici bir önem taşır. Petrol ve doğalgaz üzerindeki bu hâkimiyet enerji ihracatını ve piyasasını kontrol altına almayı hedeflerken, petrol ve doğalgaza sahip ülkelere dair bir dizi müdahaleyi de beraberinde getirmiştir.

ABD emperyalizmi, Obama döneminde ise kaya gazı araştırmalarına ağırlık vermiş ve bu araştırmalar sonucunda yeni pazarların denetimine ihtiyaç olduğuna karar verilmiştir. Bu ise başta Ortadoğu olmak üzere petrol yatakları açısından zengin rezervlere sahip bölgelerin denetiminin önemini ortaya koymuştur.

Trump dönemi enerji politikası

Obama’nın ardından başkanlığa gelen Trump,  Kansas temsilcisi ve  Sentry İnternational adlı hidrokarbür donanımcısı şirketin patronu olan Mike Pompeo’yu CIA başkanı olarak atadı. Pompeo, petrol piyasasının işleyişini ve bunun aktörlerini çok iyi bilen birisiydi. Trump aynı zamanda Dışişleri Bakanlığına, en büyük hidrokarbür şirketlerinden biri olan Exxon-Mobil’in patronu olan Rex Tillerson’u atadı. Bu durum ABD’nin Trump döneminde enerji politikasını yönetim faaliyetlerinin merkezine alacağını gösteriyordu.

Hidrokarbür piyasası uzmanı Daniel Yergin tarafından kurulan bir danışmanlık şirketi, her yıl mevcut durumu değerlendirmek üzere bir uluslararası toplantı düzenlemektedir. 9-13 Mart 2019’da gerçekleştirilen ve CERAWeek Kongresi olarak adlandırılan toplantı bugüne kadar gerçekleştirilmiş en geniş buluşma olarak kamuoyuna duyuruldu.

Toplantıda en dikkat çekici konuşmayı ise Mike Pompeo yaptı. Pompeo altı yıl içerisinde,

Şist (kaya) kayaçlardan üretim yapılmasını sağlayan yeni tekniklerin geliştirilmesi sayesinde ABD’nin kaya gazı üretiminde dünya birincisi haline geldiğini ifade etti. Enerji kaynaklarının yönetimi için Dışişleri Bakanlığında bir özel büro kurulduğunu açıkladı. Büronun görevini ise  yurtdışında yeni piyasalar bulmak şeklinde ortaya koydu. (ASAM, 2019 Nisan) Bu açıklama ABD’de olabildiğince daha çok üretimin gerçekleşeceği ve hem de uluslararası alanda yeni bir stratejinin oluşturulduğunu ve buna ilişkin bir uyum sürecinin başlatılacağının işaretiydi.

Bu durum strateji kaynaklarında ABD’nin büyük stratejisi şeklinde yorumlandı. Bu “büyük strateji”, emperyalist cenahta ekonomi politikasına ilişkin uzun süreli askeri ve diplomatik ilişkiler ağını ifade etmekle beraber aynı zamanda emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz dönemine dair yönelimini de ortaya koymaktadır. Nitekim bu süreçle birlikte ABD’li strateji şirketleri bu yönelimin tartışmalarını yürüterek çeşitli doktrinler hazırlamaya başlamıştır.

Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, emperyalist sermaye açısından pazar statüsünde olan ülkeleri yeni bir sürecin beklediğidir. ABD emperyalizminin başını çektiği ve çeşitli ülkelere yönelik uygulamaya koyduğu “mali yaptırımlar” konusuna bu kadar ağırlık verilmesi ve hatta bunun en ciddi politik yaptırım haline gelmesi yeni bir durumu işaret etmektedir.

Emperyalist politikaların yeni enerji rezervlerinin arayışı şeklinde doktrinlere mazhar olan durumu bizlere yeni bir sürecin başladığını göstermektedir. Ortadoğu’da yaşanan bölgesel çatışmalar ve vekalet savaşları, emperyalist kapitalist sistemin başta enerji rezervleri olmak üzere, yer altı ve yer üstü kaynaklarının denetimine sahip olma yöneliminin bir parçasıdır. Kuşkusuz emperyalistlerin bu politikalarına karşı bölgesel düzeyde direnişler de örgütlenmektedir. Dolayısıyla bu direnişlerin sınıfsal önderlikle ve taleplerle buluşması anti-emperyalist mücadelenin bayrağının dalgalanması esaslı bir gündem maddesidir.

ABD’nin uzun vadeli planları Ortadoğu’nun parçalanmışlığını daha beter bir hale getirmek şeklinde kendisini gösteriyor. “Pompeo doktrini”ne göre, OPEC’in iki yıldan beri uygulamaya koyduğu üretim kotaları değiştirilecek ve İran, Venezüella ve Suriye (bu ülkelerin işletilmeyen ancak keşfedilen devasa rezervleri bulunmaktadır/bu rapor Suriye iç savaşı başlamadan önce ANGEX ve SAGEX firmaları tarafından, emperyalistler tarafından kurulan Suriye’nin dostları grubuna sunulmuştur) gibi bazı belli başlı ihracatçılara piyasanın kapatılması öngörülmektedir.

Bu kapsamda ABD emperyalizmi yaptırımlarını NOPEC (No Oil Producing and Exporting Cartels Act) projesi kapsamında ürettiği bir yasayla biçimlendirmektedir. 20 yıldır gündeme gelen bu yasa tasarısı, OPEC ülkelerinin dile getirdikleri “egemenlik dokunulmazlığı”nı ortadan kaldırmayı hedeflemekte ve OPEC+ üye devletlerindeki tüm şirketlerin ABD mahkemelerinde yargılanmalarına imkan tanımaktadır. Trump ve ekibi, bu yönelimi hayata geçirerek uluslararası alanda yaptırımları hızlandırma ve yarı sömürge ülkeleri kıskaca almayı planlamaktadır.

Bu doğrultuda ABD Hazine Bakanlığı, İran ve Venezüella petrolünün ya da Suriye’ye yönelik her türlü nakliye imkanını engellemektedir. ABD, bu ülkelerin halen kendi rezervlerini çıkartma imkanı olmadığını belirterek özellikle Suriye’de bu durumun iç savaş nedeniyle imkansız olduğunun altını çizmektedir. Bu kapsamda CIA, her türlü enerji tedarikine yönelik yoğun bir sabotaj stratejisi izlemekte gerilimleri tırmandıracak provokasyonlar gerçekleştirmektedir. Öyle ki Şubat ayında İran petrolünü taşıyan Türk Petrol Gemisi Lazkiye’de saldırıya uğramıştır. (Kaynak: syrianfacts) TC devletine dönük açıktan bir uyarı niteliğindeki bu saldırı, TC basınında dahi yer edinmeyecek kadar TC’yi korkutmuştur.

Bunun yanında ABD emperyalizmi petrol yasağına ilişkin yelpazeyi daha da genişleterek Lübnan’da Hizbullah’ın hükümette asli role sahip olduğunu ve İran’ın politikalarına destek olduğunu belirterek, petrol ihraç etme yasağını Lübnan’a kadar yaymıştır. Öyle ki bu yasağa ek olarak Lübnan’a ait petrol rezervlerini İsrail egemenliği altına alan karasularına ilişkin yeniden bir paylaşımı dayatmayı denemektedir.

 Körfez Krizi ve ABD- İran gerilimi

ABD emperyalizmin enerji rezervleri üzerindeki hâkimiyet kurma ve yarı sömürge ülkeleri bu kapsamda uyum sürecine dâhil etme çabası devam ediyor. Bu kapsamda mali ve diplomatik yaptırımlar gerçekleşmekte ve uluslararası alanda maskelenmiş tartışmalar gündemi işgal etmektedir. Son olarak ABD ve İngiltere, görüntüleri çok net olmayan bir video yayınladılar. Görüntülerde Körfez’de altı petrol gemisine sabotaj gerçekleştirilmektedir. ABD bu saldırıdan İran’ı sorumlu tutarak bu sürecin takipçisi olacağını belirtti. İran ise bu iddiayı yalanlayarak ABD’nin saldırı hazırlığı için yeni bir planı devreye soktuğunu belirtti. Bu saldırı akıllara 4 Ağustos 1964’te bir ABD torpido gemisine saldırmakla suçlanan Kuzey Vietnam’ı bombalamak için savaş nedeni olarak kullanılan “Tonkin Körfezi olayı”nı hatırlattı.

ABD emperyalizminin dış politikası her şeyden önce kaos ve “terörizmle küresel savaş” adı altında “ABD’nin güvenliği” kapsamına dayanan bir dizi politikayla birlikte ele alınmaktadır.  Maskelenmiş olan bu politikayla kamuoyu gerçeklerden uzaklaştırılmakta ve yaşanan gelişmelerin arka planı kapatılarak olay öne çıkarılmaktadır. Bu politikanın asıl amacı, küresel petrol ve doğalgaz rezervlerinin ve bunların enerji koridorlarının denetimine ilişkin stratejiye dayanmaktadır. Zira hedef Suudi Arabistan petrol rezervlerini aşan hacmi ile Irak, Suriye ve İran’dır. İran’ın doğalgaz rezervleri ABD’ninkinden yaklaşık olarak 2.5 kat daha fazladır. Dünyanın en büyük petrol rezervine sahip bir ülke olan Venezüella da aynı nedenle ABD’nin hedefindedir.

Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz politikalar doğrultusunda ABD emperyalizmi, İran’ın Hürmüz Boğazı üzerinden petrol akışını engelleyen askeri operasyonlar gerçekleştirdiğini belirterek “ABD’nin seyrüsefer hakkının ABD’nin güvenliği anlamına geldiğini” açıklamıştır. ABD’nin, Avrupa dahil enerji tedariki için anahtar öneme sahip bu bölgenin İran’dan yalıtılması stratejisi dünya ekonomisinde belirleyici bir rol oynamaya başlamıştır. Bu politikanın bir ayağı da Avrupa’ya dönük düşük fiyatlı petrol ve doğalgaz akışını kontrol altında tutmaktır. Bunun da anlamı Rusya’nın projesi olan Güney Akım Projesi’nin engellenmesidir.

Güney Akım Projesi, 2016 yılından bu yana Rusya’nın gündeminde olan ve Avrupa’ya düşük fiyatlı doğalgaz ihraç etme politikasının ürünüdür. Bu proje hayata geçerse Rusya’nın Avrupa ülkelerindeki ticari ilişkileri ve buna paralel siyasal ilişkileri de değişecektir. ABD ise Avrupa’da siyasal nüfuzu olan bir Rusya istememektedir. Bu her şeyden önce kendisi açısından tehdittir. Bu açıdan Körfez’de petrol gemilerine dönük gerçekleştirilen saldırının kim tarafından yapıldığı tartışmasına girmeden önce bu olayın arka planında böylesi bir durumun olduğunun bilincinde olmak gerekmektedir.

Öyle ki son olarak İran tarafından vurulan ABD’ye ait İnsansız Hava Aracı ve ardından Trump tarafından yapılan “İran’a misilleme saldırısını durdurma” açıklaması aslında sürecin giderek keskinleştiğini göstermektedir. Yaşanan bu gerilim, ABD’nin İran’a dönük yaptırımlar konusunda kazanmaya çalıştığı meşruluğu tesis etme amacını da taşıyor. Öte yandan bu tür olaylarla ABD kamuoyunda prestij kazanan ve kendisinden önceki başkanların politikalarını eleştiren bir Trump profili oluşuyor. Trump’ın İran’ın bu saldırısında Obama’yı hedef göstermesi bundan kaynaklanmaktadır.

ABD İran gerilimi konusunda durumu keskinleştirecek bir dizi husus bulunmaktadır. Her şeyden önce İran siyaseti meclis ve diplomatik ilişkileri Velayet-i Fakih nazarında din adamları tarafından yönetilmektedir. Bu açıdan kapsam itibari ile bir esneklik söz konusu olamaz. ABD-İran ilişkilerinde hakim olan diplomatik ilişki, İran nazarında kendisini dini ideolojiye dayandırmakta ve ABD emperyalizmi “Büyük Şeytan” olarak adlandırılmaktadır. Bu konuda ABD’ye karşı verilecek her taviz İran açısından iç politikada ciddi krizleri açığa çıkarır. Öyle ki yaptırımlara karşı dahi taviz vermeyen bir İran ile karşı karşıyayız.

Önümüzdeki süreçte bölgede çelişkilerin keskinleşeceği anlaşılmaktadır. Çelişkilerin bir yanında da Kıbrıs açıklarında doğalgaz ve petrol arama girişimleri vardır. Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Mısır’ın oluşturduğu ittifaka karşı TC devleti sert tepki göstermiş durumdadır. Bu gelişmelerle birlikte, ABD-İran arasında yaşanan çelişkinin derinleşmesi beraberinde bölgede suların yeniden ısındığı anlamına gelmektedir. Suriye’de savaşın sonlarına doğru emperyalistler kendilerine yeni savaş alanları aramaya başlamışlardır. İran’ın şimdilik ABD emperyalizminin bir askeri saldırganlık anlamında doğrudan hedefinde olmaması tamamen “büyük lokma” olmasından kaynaklıdır. Süreç içinde ABD emperyalizmi bu “büyük lokma”yı yaptırımlarla küçültmeye çalışacak ve kendince zamanı geldiğinde askeri olarak yönelmeyi deneyecektir. Çünkü emperyalizm savaşsız yaşayamaz. (Bir Partizan)

 

Not: Makale yazılırken Thierry Meyssan’ın “Trump devrinde petrolün jeopolitiği” yazısından yararlanılmıştır.

Yazıya https://www.voltairenet.org/article206005.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu