GüncelManşet

Kaybedeceklerimizi Değil, Kazanacaklarımızı Düşlemek…

Yaşam önümüze bir sürü engel ve zorluklarla savaşmamız için tek bir yol sunuyor; mücadele etmek.

Mücadelenin içine girmek sisteme karşı başkaldırmak çoğu zaman zor geliyor, bunların elbette birçok nedeni var. Özellikle biz gençlerin “sistemin kendini var ettiği aile unsuru” var. Mücadeleye başlamak için önce bu eşiği geçmek gerekiyor. Kolay olmuyor elbette. Çoğu zaman aile, biz gençleri engellemek için bir sürü yola başvuruyor.

Bunlardan biri düşman iken diğeri ise sürekli erteleme çabası oluşturuyor: “Okulunu bitir, ondan sonra…”, “yaşın daha küçük, önce büyü…”, “sonra üniversite, iş, evlilik, çocuk…” Derken zaman akıp gidiyor… Daha da çoğaltılabilir bu erteleme gerekçeleri. Anlayacağımız, sonu olmayan vaatler, öğütler…

Kimimiz aileyi de kazanıp birlikte mücadele veriyoruz ama bu örneklerin sayısı çok az. Sonuçta bu örnekler az da olsa önemli kazanımlardır.

Bunların karşısında önemli olan bizim tavrımızdır. Sınıf mücadelesi hala akıp gidiyor. Bizler de savrulup gidiyoruz, ertelediklerimizle birlikte. Oysa görevlerimiz var ki öncelikle sınıf mücadelesinin bir “ucundan” tutmak gerekiyor. Bunun için önümüzdeki engelleri bir bir aşmamız gerekiyor, bunun için de bedel ödemeyi göze almak… Bu da ancak bilinçlenmeyle, sistemin bizler üzerindeki etkisini yenerek, ailenin etkisinden kurtularak mümkün.

Sistemin uyguladığı baskıyı, zulmü, faşizmi, yozlaştırmayı kanıtlamak için 38’e, 94’e gitmeye gerek bile yok. Çünkü kısa bir süre önce Gezi İsyanı’nda, Kobanê Serhildanı’nda gördük ki sistem insanları öldürmeye, sömürmeye, yozlaştırmaya, sindirmeye devam ediyor. Devletin gerçek yüzünü en gaddar şekilde bu süreçlerde daha geniş kesimler gördü.

Soma’da yüzlerce işçi hayatını kaybetti; devletin sömürü politikaları yüzünden. Soma’da ölenlerin sayısını bile bugün hala bilmiyoruz. Yaşamını yitiren işçilerin ailelerine ne oldu? Evlerine bir parça ekmek-su götüren işçilerin aileleri onlarla birlikte umutlarını da yitirdi. Kimi eşini, kimi oğlunu, kimi nişanlısını, abisini, babasını kaybetti…

Ve Lice… Amed’de binlerce halk sokağa döküldü, devletin bir yandan yüzsüzce barış süreci dediği ama diğer yandan gerçek yüzünü göstererek karakol-kalekol yapmaya devam ettiği bu süreçte Kürt halkı kalekollara karşı yolları kesti, çadır kurdu ve bir serhıldan başlattı. Devlet yine en çok bildiği kuralı uyguladı; Lice’de direnen halka silahlarla saldırdı ve iki kişiyi katletti.

Daha burada sayamadığımız, her gün kadın, erkek, LGBTİ, çocuk, yaşlı bizzat devlet ya da devletin politikaları sonucu katlediliyor. Katletmeyi, yaşamı zindan etmeyi kendine hak gören devlet Dersim’de de farklı davranmıyor halka. Halka yönelik katliamlarının yanı sıra Dersim’i insansızlaştırmak için barajlar, HES’lerle doğamızı yok etmek için her türlü yola başvuruyor. Gerillayı halktan koparmak, halkın mücadeleye katılmasını engellemek için bir taraftan barış süreci derken diğer taraftan karakol-kalekol yapıyor. Bunlar birbiriyle çelişen şeyler değil mi? Ama biz devletin niyetini biliyoruz. Onların amacı halkı kandırmak, halkın silahlı mücadeleden umudunu kesmesini sağlamak.

Ve dünyanın dört bir yanında insanlar katledilirken, kadınlar canice tecavüze-tacize uğrarken, henüz yeni doğmuş bebekler, yürekler daha gözlerini açmadan hayata veda ederken, gençleri sokaklarda hakkını talep ederken öldürülürken, binlerce yoksul insan dilencilik yaparak evlerine bir parça ekmek götürmeye çalışırken bizler hala ne bekliyoruz? Daha kaç insanımızın ölmesi gerekiyor? Ve böyle acılar yaşanırken bizler gerçekten mutlu muyuz? Gece başımızı yastığa koyarak rahatça uyuyabiliyor muyuz? Yaşamı sadece kendimizden, kendi ailemizden, kendi çevremizden mi ibaret sanıyoruz? Eğer bu sorulara yanıtımız evet ise bu, insanlığa yapılmış büyük bir haksızlık değil mi? İlla ki bizim de birebir içinde mi olmamız ya da en yakınımızdakilerin mi ölmesi gerekiyor? Zaten canımız yeterince yanmıyor mu? Ve canımızı yakanlar bu kadar bariz teşhir olmuşken daha neyi bekliyoruz?

Eminim ki herkes bu yaşananları düşünüyordur bir nebze de olsa. Ama düşünmek yetmiyor. Mücadeleye katılmak, bu faşist diktatörlüğe başkaldırmak, gücümüzü sonuna kadar zorlayarak savaşmak gerekiyor. Hele bu süreçte daha aktif bir şekilde mücadeleye katılmak gerekiyor.

Ve mücadeleye katılma noktasında kafa yormaya, nedenlerini araştırmaya ayrıca bir yoğunlaşmaya gerek yok. Yaşamımıza, dünyaya, ülkeye bakmak yetiyor. Devlet fazlasıyla teşhir olmuş durumda. Böyle bir durumu avantaja dönüştürmek, halkı örgütlemek, insanların bu süreçte çelişkileri daha da artmışken durup düşünmek değil, adım atmak, pratiğe girmek, mücadele denizine kendimizi bırakmak gerekiyor.

Bu denize atarken kendimizi geride bıraktığımız sevdiklerimizi, kaybettiklerimizi değil, kazanacaklarımızı düşünmeliyiz. Sistemin bizlere “sunduğu” yaşamdan umutlanmak saçma bir düşüncedir.

Kaybettiklerimizi değil, kazanacaklarımızı, yarını düşünmeliyiz. Hepimizin görevi yoldaşlara, halka sıkıca bağlanarak birlikte yol alacağımız bu mücadelede yaşayacaklarımızı, umutlarımızı düşlemek ve somut adımlar atarak, yaşayacağımız güzel yarınlar için; (bizler yaşamasak da) yeni nesillere güzel bir dünya bırakmak için; insanların katledilmediği, sömürülmediği, ezilmediği, küçük düşmediği, geleceğe umutla-dirençle baktığı sınıfsız-sömürüsüz bir dünya yaratmak için bu mücadele denizine kendimizi bırakalım. Aklımızda “ama”lar, geride bıraktığımız yaşam değil, kazanacaklarımız ve ardından gelecek güzel günleri düşleyelim…

Arkamızda bıraktıklarımızı, kaybettiklerimizi değil, kazanacaklarımızı düşünerek bu yoldan hep birlikte yürüyelim!

Dersim’den bir YDG’li

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu