GüncelMakaleler

GÜNCEL | DÜNYAYA KUYUNUN DİBİDEN BAKMAK!

"Devlet aygıtı ele geçirilip parçalanmadığı, demokratik halk iktidarı ve sosyalizm inşa edilmediği sürece hükümet içi ya da hükümetlerin değişmesi yoluyla elde edilecek bir değişiklik burjuvazinin siyasetinin kitlelere kabul ettirilmesinin başka yöntemlerle denenmesi olacaktır"

“Devlet, daha çok toplumun, gelişmesinin belli bir aşamasındaki bir ürünüdür. Bu, toplumun önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçimine bölündüğünden, kendi kendiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtlıkların, yani ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu erklik, devlettir. (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)

Bir baskı aracı olarak devletin niteliğini belirleyen şey, ait olduğu toplumsal yapı içerisindeki burjuva sınıfının sahip olduğu ekonomik güçtür ya da bir başka deyişle toplumun önlemekte yetersiz kaldığı çelişkileri ne tarzda çözeceğini ve burada devlet örgütlenmesini ne şekilde kullanacağını belirleyen şey burjuvazinin ekonomik gücüdür.

Ekonomik olarak güçlü bir burjuvazinin politik alanda manevra yapabilme kabiliyeti artar ve böylesi bir burjuva sınıfının var olduğu toplumsal koşulları yöneten devlet aygıtının burjuva demokrasisi ile yönetilmesini beraberinde getirirken; iktisadi olarak zayıf ve emperyalist sermayeye bağlı bir burjuvazinin bulunduğu toplumsal koşulları yöneten devlet aygıtının faşist, otokratik, baskıcı karakterde olması sonucunu doğurur.

Ayrıca savaş vb. tarihi süreçlerde devletlerin hâkim siyaset olarak burjuva demokrasisi mi yoksa faşist bir yönetimi mi uygulayacakları sorusunun yanıtı ilkindeki gibi süreklilik gösteren bir duruma değil, geçici bir döneme aitlik gösterir.

Devletlerin, burjuvazinin farklı politik örgütlerinden hangisi ya da hangileri ile yönetileceği, dönemin koşul ve ihtiyaçlarına en uygun olanın hangisi olduğuna göre belirlenir ve hükümetler adına seçim denilen, politik devlet iktidarının emekçi kitlelere onaylatılmasından başka bir anlama gelmeyen seçim adlı etkinliğin sonunda halka onaylatılmış olur.

O halde; hükümetlerin görevinin kendilerini gerçekte belirleyen politik ekonomik sınıfa hizmet etmek, hedeflenen ekonomik-siyasi kazanımları burjuva sınıfına sunmak olduğunu ifade etmiş oluyoruz.

Hükümeti devletten bağımsız düşünmek ya da devletin hükümet üzerindeki belirleyiciliğini göz ardı etmek liberalizmin yansımasıdır. Zira emeğin sömürülmesine bir son vermek, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemi yıkmak, kapitalist sistemin görevlendirdiği hükümetin el değiştirmesi demek değildir; bizatihi, kapitalist sömürü sisteminin sağlıklı işleyebilmesi için orada duran, tarihsel-toplumsal çelişkiler sonucu şekillenmiş kapitalist devlet aygıtının siyasal, ekonomik ve sosyal olarak ilişkilerinden koparılması, en basit örgütlenme biçiminden en karmaşık haline değin bütün örgütlenme mekanizmasının paramparça edilmesi ile gerçekleşebilecek bir olgudur.

“Öte yanda, Marksizm’in çok daha ince olan ‘Kautskist’ çarpıtılması var. Burada ‘teorik olarak’, ne devletin bir sınıf egemenliği organı olduğuna karşı çıkılır, ne de sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğuna. Ama şu olgu gözden kaçırılır ya da üstü örtülür. Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.

Teorik bakımdan kendi başına açık olan bu sonucu, daha sonra göreceğimiz gibi, Marx, devrimin görevlerinin somut tarihsel çözümlemesinden yetkin bir belginlikle çıkarmıştır. Ve işte Kaustky’nin… Unutup çarpıttığı şey de bu sonuçtur.” (V.İ.Lenin, Devlet ve Devrim, Eriş Yayınları, 4. Baskı, s. 16)

 

TC’nin Normali Bugünüdür!

Türkiye’de son yıllarda kimi politik gruplardan yükselen “devlette normalleşme çağrılarını” bu bağlam içerisinde anlaşılabilir hale getirebiliriz. Şimdiye kadar söylediklerimiz ışığında vurgulamak gerekir ki; Türkiye’de devletin normalleşmesi olası değildir.

Birincisi; bunun, tarihi, iktisadi, siyasi olarak maddi zemini yoktur. İkincisi; özellikle Ortadoğu’daki emperyalist saldırı ve paylaşım savaşlarının gölgesinde, geleneksel olarak faşist yönetim tarzını uygulayagelen Türkiye hâkim sınıflarının tam da böylesi bir dönemde “normalleşme” ile kastedilen faşist uygulamaları gevşetmeye yönelmesi imkânsızdır.

O halde, normalleşme çağrılarının, bu çağrı dile getirenlerin küçük burjuva liberal karakterini yansıttığını söylememiz gerekir. Türkiye siyasal tarihi bir bütün olarak düşünüldüğünde, zaten, normal bir süreç görmek de mümkün değildir. Örneğin R.T.Erdoğan’ın tek adam düzeniyle sembolize olan bugünkü açık faşist koşullarla 1923-1938 Türkiye’si arasında bir fark var mıdır?

Bir not olarak; 1932 yılında Konya’da öğretmenken Mustafa Kemal’i eleştiren bir şiir okuduğu için 6 ay hapsedilen yazar, şair, düşün emekçisi Sabahattin Ali’nin yaşadığı durumla sosyal medya paylaşımları nedeniyle hapsedilen insanların bugün yaşamakta oldukları arasında fark var mıdır?

Yahut 1950’de, uluslararası cinayet şebekesi Gladyo ile İttihatçılardan miras kontrgerilla örgütünü birleştirerek daha sonra Türkiye’den Fransa, İsviçre, Belçika, Almanya, Amerika İtalya’ya uzanacak daha derin ve karmaşık ilişkiler ağını örgütleyen Türkiye burjuvazisinin 1950-1960 arası Rum azınlık milliyetine karşı kullandığı yöntemlerin, 1970-1980 arasında işçi emekçi örgütlerine kullandıkları yöntemlerden ya da 1980 sonrasında Kürt ulusunun artan politik eylemleri ve örgütlülüğüne karşı kullanılan yöntemlerden ne farkı vardır? Örnekler çoğaltılabilir…

“Fare için en büyük hayvan kedidir” atasözünde kedinin bir sorun olarak fare için büyüklüğü ne ise liberal çevreler için de R.T.Erdoğan ve S.Soylu’nun sorun olarak büyüklüğü de odur.

Oysa R.T.Erdoğan ve S.Soylu, burjuvazinin kendilerine verdikleri rolü oynayan basit bir figürandan ötesi değildir. Süleyman Soylu’nun selefi olan Mehmet Ağar, Necdet Menzir, Doğan Güreş, Tansu Çiller ekibinin Süleyman Demirel, Nihat Erim, Faik Türün ekibinden ya da R.T.Erdoğan, S.Soylu, Hulusi Akar ekibinden söylem ve eylem boyutunda bir farkı var mıdır?

Peki, buna rağmen “normalleşme arzusu” taşıyan kimi politik çevreler ve onlarla hareket eden diğerlerinin söylemlerinin aslında bugün burjuvazinin istek ve hedeflerine göre konumlandırılmış, görevlendirilmiş ve yetkilerle donatılmış burjuva politik figürlerinin başka kimi kişilerle değiştirildiğinde devletin politikalarının da değişeceği şeklindeki bön burjuva liberal bir hayal olmadığını iddia edebilir miyiz?

Elbette, burjuvazinin farklı tanımlarla birbirlerinden ayrılmalarını sağlayacak tarihsel koşulların varlığı göz önünde bulundurulduğunda, burjuva politik örgütlerin ve figürlerin varlık nedenleri, neyle görevlendirildikleri, görev aldıklarında burjuvazinin diğer kanatlarına ya da karşıt olarak işçi sınıfı ve emekçilere ve işçi sınıfının siyasi örgütlerine karşı ekonomik, siyasi, sosyal ne gibi saldırı ve müdahalelerde bulunacaklarını bilebilmek olanaklıdır. Bu olanaklılık hali bize mevcut hükümet unsurlarının CHP gibi diğer ana akım faşist bir hareketle yer değiştirdiğinde farklı bir sonucun ortaya çıkmayacağını söylüyor.

Türkiye gibi zayıf ekonomik karaktere sahip burjuva sınıfının varlığının söz konusu olduğu bir ülkede, daha önce de gösterdiğimiz gibi faşist uygulama ve yöntemler yönetimsellik açısından süreklilik arz eder. Bugünkü hükümet unsurlarının siyasal İslamcı geleneğin temsilcileri olmalarının, politik görünürlükte ve sosyal hayatta kimi yansımalarıyla oluşturduğu farklılık dışında burjuvazinin diğer politik örgütleri ve onların görev aldıklarında ortaya çıkaracakları siyasal-ekonomik tablo ile aralarında niteliksel fark yoktur, ancak nicel bir durumdan bahsedebiliriz.

 

Bir İstifa Tiyatrosu ve Liberalizmin Sevinç Çığlıkları

“Liberalizm, oportünizmin bir ifadesidir ve Marksizm’e tamamen aykırıdır. Olumsuzdur ve nesnel olarak düşmana hizmet eder; içimizde sürüp gitmesinden düşmanın hoşnut olması bundandır. Bu niteliğinden dolayı liberalizmin devrim saflarında yeri olmamalıdır.” (Mao, Liberalizmle Mücadele, 7 Eylül 1937)

Buraya kadar anlattıklarımızdan hareketle Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olarak orada bulunmasının da Soylu’nun, Erdoğan’ın ya da AKP seçmeninin tercihlerinden öte, Türkiye burjuvazisinin tercihi olduğunu açıktır.

AKP, siyasal İslam’ı politik diskur olarak belirlemiş burjuva politik bir örgüttür ve bununla birlikte gerek Ortadoğu’da süren emperyalist saldırganlık ve paylaşım savaşının etkisi gerekse Türkiye dışındaki politik-stratejik hamlelerin bir yansıması olarak harekete geçirilen burjuva politik örgüt ve figürlerin birbirlerine karşı birkaç tarihsel süreç ve bir dizi hamleden sonra oluşmuş bir tür ortaklık, koalisyon olma özelliği taşımaktadır.

Hükümetteki politik figürlerin yolsuzluk, rant ilişkileri ile zenginleşmeleri çok görünür olsa da 2002-2017 arasında TÜSİAD sermayesinin 10 kat artmasına karşın işçi-emekçi halkın aynı dönemde 10 kat yoksullaşmış olması bir şeyler anlatmaktadır.

Bu olgunun kamuoyunda yeteri kadar tartışılmaması, özellikle AKP’nin bir gerçeklik olarak orta yerde duran yolsuzluk, rant, yağma vb. ön plana çıkarılması; devlet-hükümet ilişkisini tahrif ederek bulanıklaştıran ve gerçek hedefi saptıran burjuva liberal politik söylemle birlikte sınıfsal gerçekliğin ifade edilmesinin önüne geçmektedir.

Bir koalisyon olarak AKP içerisinde eski RP geleneğinden gelen kadrolar, dokunulmayan Gülenci kadrolar, Menzil–İsmail ağa–Süleymancılar gibi feodal tarikat örgütleri, MHP–Vatan Partisi–Ergenekon gibi kontrgerillanın askeri ve sivil örgütleri ile R.T.Erdoğan’la kendilerini temsil eden rant sermayesinin unsurları bulunuyor. Bu gruplardan her birisi Türkiye burjuvazisinin bir kesimi ile ilişkilidir ve bütün olarak ele alındığında da vazifeleri burjuvazinin kendilerine verdiği politik, siyasi, askeri ödevleri yapmaktır.

Bu koalisyonun bozulması, yine sürece uygun başka bir figürün bu kurguya dâhil edilmesi süreci ile sonuçlanır yani nitel değil nicel bir değişim olabilir. Bu kurgudan AKP’yi çıkarıp CHP’yi koysanız da R.T.Erdoğan’ı çıkarıp Kılıçdaroğlu’nu koysanız da niteliksel bir fark oluşmayacak, Türkiye burjuvazisinin güne ve yarına ilişkin politikalarında bir değişiklik meydana getirmeyecektir. CHP’nin hemen hemen bütün kritik manevra anlarında AKP hükümetine verdiği destek de bir bakıma farklı politik gruplarla temsiliyet bulan Türkiye burjuvazisinin mevcut politik programa dair kararlılık ve birlikteliklerini gösterir.

Kaldı ki ne işçi sınıfının emeğinin sömürülmesi ne Kürt Ulusunun Özgürce Ayrılma Hakkı, ne kadın sorunu, LGBTİ+’lar, ne doğa ve çevre talanı, ne azınlık milliyet ve inançlara yönelik hak gaspı ya da ekonomik-siyasi-sosyal görünürlüklerinin engellenmesi sorunlarına ilişkin CHP’nin AKP’den esasta farklı bir programı bulunmaktadır.

CHP’nin birkaç makyaj dışında bu meselelere dair özünde AKP’den farklı bir bakış açısı yoktur. O halde halkın hoşnutsuzluğunu CHP’den medet ummaya götüren bir politik söylem, gerçeği çarpıtan bir ahlaksızlık da içermektedir.

Süleyman Soylu AKP içerisindedir çünkü Soylu’yu oraya getiren iradesi değil, hizmet ettiği kontrgerilla örgütüdür. Süleyman Soylu İçişleri Bakanı’dır çünkü Soylu’nun kişisel özelliklerinden TC devletinin gerçek sahipleri olan Türkiye işçi ve emekçilerine karşı kullanageldiği ama en çok da şimdiki gibi tarihsel süreçlerde daha da öne çıkarttıkları kontrgerillanın unsuru olmasından ileri gelmektedir.

Böylesi bir denklemde, bileşenlerden birisini değiştirirseniz, bu denklemi kurgulayan burjuvazi sınıfının, istediği sonucu alabilmek için yine benzer bir görevlendirme yapacağını söylemek gerekir.

Hemen her seçim döneminde CHP’ye verilen destekle umut büyüten liberallerin Soylu’nun istifa açıklamasının ardından sevinç çığlıkları atmaları da bütün bu ilişki ve çelişkiler ağını kavrayamamalarından ileri gelmektedir.

Evet, görünen haliyle, Ortadoğu politikaları Türkiye burjuvazisi için AKP’yi ve R.T.Erdoğan’ı; Kürt ulusuna karşı düşmanca politikaları Soylu gibi bir unsuru gereksiniyor. Devlet aygıtı ele geçirilip parçalanmadığı, demokratik halk iktidarı ve sosyalizm inşa edilmediği sürece hükümet içi ya da hükümetlerin değişmesi yoluyla elde edilecek bir değişiklik burjuvazinin siyasetinin kitlelere kabul ettirilmesinin başka yöntemlerle denenmesi olacaktır.

 

 

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu