GüncelManşet

Devletin masası, Remzi Basalak’ın tekmesi-Hakkı Özdal*

Burada sıklıkla ‘90’lar Türkiyesi’ne dönmenin iki nedeni var. Birincisi çok öznel: Bizim kuşağın içinde yüzdüğü ve oluştuğu kirli havuz, 90’lar Türkiyesi idi… İkincisi ve daha önemlisi ise, daha baştan yanlış bir varsayıma, “90’lar” ve “bugünler”in, bir oyunun iki perdesi, bir maçın iki devresi gibi, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış iki ‘farklı dönem’ olduğu varsayımına ve buna dayalı kıyaslama eğilimlerine itiraz ihtiyacı…

90’ların –dahası 80’lerin– ve bugüne kadar gelen kalan zamanın bir bütünlük gösterdiğini, dolayısıyla ‘90’lara dönmek’ metaforunun, iyi niyetli dahi kullanılsa, hem bugünü anlamayı zorlaştıran hem de bugünün iktidar sahiplerine geniş bir manevra alanı yaratan, onların 90’lara (ve tabii 80’lere) dair sorumluluklarını gölgeleyen bir çarpıtma olduğunu usanmadan tekrarlamakta yarar var.

Sadece olay ve olgularıyla değil, en başat aktörleri açısından da 80’ler ve 90’ların dolaysız bir devamını yaşıyoruz, nitekim. Aynı düzen, ana hatlarıyla aynı egemen siyasal fraksiyon setinden oluşturulmuş ittifaklar-bloklarla sürdürülüyor…

* * *

12 Eylülcülerin sola karşı giriştiği itibarsızlaştırma terörünün en simgesel davranışlarından biri “suç aletleri masası”nın önüne arkası dönük ya da ‘boynu eğik’ olarak dizilmiş devrimcilerin görüntülerini yayınlamaktı.

Bu masaların üzerine, uydurulmuş, icat edilmiş suçların kanıtı olarak, Marx kitaplarından küçük mutfak tüplerine, nüfus cüzdanlarından silah ve mühimmata, kırmızı bayraklardan paraya, mektuba, telsize, bota, peruğa, yağlı boyaya kadar pek çok nesne konur ve devlet medyası tarafından, o kişilerin “çok sayıda silah, örgütsel malzeme ve doküman ile yakalandığı” yalanı anons edilirdi. Bir yanda onbinlerce gözaltı ve tutuklamanın meşrulaşması, “bakın kimseyi boşa tıkmıyoruz içeri” propagandası; diğer yanda devrimcilerin “vaktiyle komünistlik, teröristlik ederken kullandığı ıvır zıvır” ile birlikte teslim alınmış, yenik, pişman ve çaresiz görüntüsü!

Televizyon zaten uzun süre tek kanallıydı ve şimdikinden farksız bir devlet borazanıydı; ama burjuva patronlarının elindeki sözde sivil basın da bu fotoğrafları aynı iştah ile yayınlıyordu. 12 Eylül’ün üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçmişken de bu çirkin iştahları yerli yerindeydi. ‘Hür teşebbüs’ün gazeteleri, gördüğü elektrik işkencesiyle saçları tiftiklenmiş kadınlar için “Terminatör Seher” diye başlık atmaya kadar vardırdılar işi…

Kırılmış kollarıyla zafer işareti yapmaya çalışan, işkence gördüğü yüzündeki yara bereden belli olan insanların fotoğraflarının altına, bu açık işkence izlerinden hiç söz etmeksizin, silah ve doküman listeleri yazdılar. İşlenen suçların dolaysız ve gönüllü ortaklarıydılar.

Bu mizansen, 1992’de, Adanalı işçi Remzi Basalak tarafından fiilen sona erdirildi.

 

Remzi Basalak’ın tekmesi

23 Ekim 1992 günü, bir Tekel deposunu soyduğu iddiasıyla gözaltına alınan 6 kişi Adana Emniyet Müdürlüğü’nün üçüncü katındaki ‘teşhir salonu’na getirildi. Üzerine bol miktarda para, iki otomatik silah, “Polis” yazısı oluşturacak şekilde dizilmiş yüzlerce mermi ve “çok sayıda örgütsel doküman” konmuş bir masanın önüne dizildiler. Gazeteciler ve kameramanlar ‘görüntü’ alıyordu.

Tam o esnada, 30 yaşındaki Remzi Basalak, elleri arkadan kelepçeli olduğu halde, önündeki masayı tekmeledi ve devirdi. O masanın bir düzmece olduğunu, şubede işkence gördüklerini söylüyordu bağırarak.

Terörle mücadele polisleri ilk şaşkınlığı attıktan sonra alelacele ve ite kaka dışarı çıkardılar onu. Ve hemen o gece, benzerlerine Orta Çağ’da rastlanan bir ibreti alem işkencesiyle öldürdüler. Bel hizasına bile gelmeyen bir kalorifer peteğine kendini asarak intihar ettiğini söylediler sonra. Remzi Basalak’ın işkencecilerini hukuki sorumluluktan kaçırmayı başardılar, ama bir daha da kimseyi öyle bir masanın önüne çıkarmaya cesaret edemediler. ‘Örgüt masası’ mizanseni bitti.

* * *

Remzi Basalak’ın, neredeyse tüm ülkenin gözleri önünde işkenceyle öldürüldüğü 23 Ekim 1992’de, Başbakan Süleyman Demirel, İçişleri Bakanı DYP’li İsmet Sezgin idi. Mehmet Ağar’dan Necdet Menzir’e, Ünal Erkan’dan Hayri Kozakçıoğlu’na, e dolayısıyla Abdullah Çatlı’dan Haluk Kırcı’ya, Sedat Bucak’tan İbrahim Şahin’e, legal ve illegal bir dizi ‘bürokrat’ ve ‘devlet adamı’ başrollerde sahneye çıkıyordu.

Başta Kürt hareketi ve sosyalistler olmak üzere, sistemin kendisine tehdit olarak gördüğü tüm kesimlerin üstüne 12 Eylül’den miras bir gaddarlıkla gidecek olan bir devlet kadrosuydu bu.

Demirel’den sonra Çiller’in, sonra da Erbakan-Çiller ortaklı Refahyol koalisyonunun himayesinde güçlenen, neredeyse ‘özerk’ hale gelen bir klik oldular. Susurluk kazasından sonra, devlet içi bir çatışmaya dönüşen süreçte 28 Şubat müdahalesine kadar da hakimiyetlerini sürdürdüler.

28 Şubat’ın ‘laik’ generalleri onları büyük oranda tasfiye etti ama suçlarını deşifre etmedi. ‘Devlet içi’ çatışma –geçici olarak– kazanılınca, yenik tarafın icraatı ‘sorun’ olmaktan çıkmıştı. Genelkurmay lojmanlarında 28 Şubat öncesi “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemlerinde yanıp sönen ışıklar dondu. ‘Yeni’ güvenlik bürokrasisi de kendi ‘operasyonları’na girişti. Dağdan kaçmış itirafçılara okutulan ‘işlevli’ kurmaca metinler yine büyük gazeteler ve televizyonlardan servis edildi.

‘Devlette devamlılık esas’tı. Ama onların ‘baharı’ da çabuk geçti. Gerçek sorunlardan uzak ve çarpık bir ‘laik hamaset’, lime lime dökülen 12 Eylül rejiminin ve arsız zenginleşmelerin yol açtığı ekonomik çöküntünün enkazı altında kaldı.

Burjuva siyaset ve devlet düzeninin ‘merkez’i, bir süredir düzenin bekası için umacıya dönüştürülen İslamcılar lehine lağvoldu. ‘Merkez’in ekseni, kısa süre öncesinin aşırı dinci ve faşist fraksiyonlarına doğru sağ saptı.

‘Gömlek değiştirmiş’ İslamcıların öncülüğündeki yeni blok, küresel sisteme siyasi, ekonomik ve diplomatik olarak tam entegrasyon vaadiyle yerleştiği iktidardaki 16. yılında, küresel sistemle ‘kavgalı’ bir görüntüyle ve neredeyse tamamen yeni ‘sima’lardan oluşan müttefikleriyle tahkimat sağlıyor.

“Kızıl Elma” diyeni Ergenekoncu diye yaftalayıp içeri attıkları bir düzlemden, benim diyen Kızıl Elmacıları kıskandıracak faza bir çırpıda geçebiliyorlar. Bir zamanlar liberallerden ve ‘Cemaat’ten aldıkları desteği, şimdi bazı ulusalcılardan ve başka cemaatlerden sağlıyorlar. Bir ideolojiye sahip olmamanın kendisini ideolojiye dönüştüren; siyasal olarak ‘ilkesiz’; dolayısıyla tüm ahlaki sınırlamalardan muaflığını açıkça ilan eden; bulunduğu kabın şeklini alan tam bir 21’inci yüzyıl fenomeni…

‘Devlet’; 12 Eylül cuntacılarından 90’ların paramiliter çetelerine, 28 Şubat generallerinden cemaatçilere, asker vesayetinden saray vesayetine, o ‘Kemalist’ klikten bu ‘İslamcı’ kliğe salınırken, hep ‘esas olan’ bir devamlılığı sağlıyor. Ve her defasında kendi ‘bekası’ olarak gördüğü düzenin karşısında duracakların önüne bir ‘terör masası’ koyuyor.

Bugünkü devlet ve rejim 12 Eylül’den beri süren sağcılaşmasının doğal rotasında, eskiye oranla çok daha ‘dinci’ bir devlet ve rejimdir. Ama esasen 12 Eylül ile kurulan ‘Yeni Türkiye’nin ta kendisi, onun çeşitli uğraklardan geçerek varılmış “2010’lar” versiyonudur. Sisteme muhalefet edenlerin, denklemi değiştirmeye yeltenenlerin önüne koyduğu o ‘terör masası’ndan bile teşhis edilebilir.

 *Gazete Duvar. 16 Şubat 2018

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu