GüncelManşet

Hakikati konuşabilmek: Cizre ve Sur gençliği

Cizre’de bodrum katlarında yüzlerce insan tüm Türkiye’nin gözleri önünde katledildi. Bir film izlercesine televizyonlarda Mehmet Tunç’un katledilmeden önceki son sözlerine, tarihte benzeri görülmemiş bir felakete tanık olduk. Bu coğrafyada  insanlık onuruna dair bir şeylerin zerresi kalmışsa kendinden utanmalıdır tüm toplum. Mehmet Yavuzel telefonla milletvekili ile konuşurken bakanlar dahil herkes dinliyordu. “Güvenli bir yere geçmeniz lazım” diyen milletvekiline “Nereye geçelim? Enkaz altındayız!” dedikten sonra kaldıkları yer canlı yayın esnasında bombalandı ve sonrasında haber alınamadı. Cizre yerle bir edilip, insanlar diri diri yakıldıktan sonra üç gün önce cenazesi DNA testi ile teşhis edildi Mehmet’in. Benzerinin an itibariyle Sur’da yaşandığı vahşet anları, geçmiş zamanlarda egemenlerin tarihin dehlizlerine gömmek istediği bir an değil, morgda teşhis edilmeyi bekleyen cenazeler kadar yakınımızda. Hepimiz tüm gerçekliği ve yakıcılığı ile şahidiz. Bu satırları yazarken dahi kendinden utanıyor insan. Çünkü yaşanan felaket anına dair ne yazarsanız yazın felaketi anlatmaya yetersiz kalacaktır. Hele ki felaketi evinde çay içtikten sonra hayata karışan, varlığını kendisine benzemeyen her şeyi yok ederek sağyalan bir devletin toplumuna anlatıyorsanız o zaman işiniz daha da zor. Varlığı yok etmeyle müsemma devletin barbarlıklarını anlatmak elbette mümkün değil, 1915’ten bu güne değin Kürdistan’da hangi taşı yerinden oynatsanız bu barbarlığa dair izler göreceksiniz. Bu zalimliklere karşı başkaldırının, Biz’i mazlumlukla tanımlanmaktan kurtaran kahramanlık izleriyle elbette. Bir dağ başında görülen güzel çiçeğin bir Gerilla tarafından ekildiğine inanan küçük çocukların hikayesi gibi…

 

Bizim en büyük talihsizliğimiz mert bir düşmanla karşı karşıya bulunmamamızdır…

Cizre’de katledilip hâlâ teşhis edilemeyen 100’den fazla cenaze var, Sur bombardıman altında, aynı evi aynı sofrayı paylaştığımız yakınlarımızın küle dönmüş bedenleri, dayanışma için gidilen Cizre, teslimiyet bekleyen egemene boyun eğmeyişler, bir parçası Antep’te bir parçası Mardin morgunda bekleyen cenazeler, yıkılıp talan edilen evler,  futbol takımlarının “Aşk bodrumda yaşanıyor güzelim’ pankartları, gündüz vakti izin verilmeyen definler…  Devletin yüz yıldır varolma biçimine dair tüm temsilleri, aynı anın içinde toplandı Cizre’de. Tüm zor aygıtlarını elinde bulunduran, bütün teknolojik imkanlara ve silahlara sahip olan devlete karşı  kitaplardan can yeleği yaparak aylarca direnen Botan Gençliği’ne dair ne söylesek direnişin boyutlarını anlatamayacaktır. Hikayesi hiçbir zaman tam anlatılamayacak olan, kıymeti kendinden menkul bir hakikat arayışı ve tarihsel bir olgu var karşımızda:Gençlik. Bu süreçte direnişi büyütmek adına yapılan çağrıların dışında, devletin karekterini “Bizim en büyük talihsizliğimiz mert bir düşmanla karşı karşıya bulunmamamızdır…” cümlesiyle tanımlayan bir gençlik.

Tüm bunlar yaşanırken bu ülkenin ‘aklı başında’ insanları devletin kendi adlarına yaptığı bu vahşeti örtük bir şekilde meşrulaştıran yazılar yazdılar. Başka bir ülkede yaşıyormuşçasına, yüzlerce insanı diri diri yakan devletleri değilmiş gibi. Hakikatimizi çarpıtan, bizden önceki kuşak ne kadar bir dirsek teması kurduysa da bizim hiçbir zeminde bir araya gelemeyeceğimiz bir güruh ile karşı karşıyayız. Neden bir araya gelemeyeceğimizi ise toplumsal hafızamızda hala güncelliğini koruyan hikayelerden biliyoruz. Maruz kalanlar bu hikayeleri unutmak istese dahi bizler devleti o hikayelerden iyi tanıyoruz, unutmuyoruz, işteanlaşabileceğiniz kuşaktansonraki kuşağız. Sizlere bir aydının taşıması gereken vasıfları teker teker saymayacağım ama Kurumsallaşmış Türklüğün her zerresini bünyesinde  barındıran insanlardan aydın olmaz. Çok zorlarlanırsa belki kamufle olmuş milliyetçi bir kişilik bulursunuz. Bunun en iyi örneği ise Ahmet Hakan sanırım, demokrat görünümlü, küçük bir baskı ile fabrika ayarlarına geri dönen, devlete iman eden, gerçekleşememiş insan profili; Ferasetten cesaretten yoksun ama aynı zamanda kendisini akıl verir konumunda görecek kadar da utanmaz. Fabrika ayarları evet, zira “kriz” anlarında Türkiye toplumunun kahir ekseriyetinin ne kadar benzeştiğine şahidiz bu gün. Bu benzeşimin kapsayıcı  noktası Barış Ünlü’nün bahsettiği Türklük Sözleşmesi’nin en başına eklenmesi gereken makul olmayan Kürte düşmanlığın değişmezliğidir. Bu süreçte Cizre’de yapılan barbarlık ve Sur’da gerçekleştirilmek istenen vahşet ile bu vahşet karşısında yükselen sevinç çığlıkları bu düşmanlığı teşhir ediyor. Tıpkı 1 Kasım seçimlerinde Kürtlerin katliam fermanına atılan imza gibi.

 

HDP çok bozdu!

Aydın müsvettelerinin köşe yazılarında belirttiği gibi güllük gülistanlık bir ülke yok. Bunu en iyi onlar biliyor. Zira kendileri tarafından HDP’ye verilen desteğin sebebi de bu değil mi zaten? Tam da bu noktada üzerinde durulması gereken kendileri tarafından HDP’ye yüklenen anlam. Bu anlamın ne olduğunu açıklamak gerekirse; onların tahayyül ettiği HDP, yaşam hakları elinden alınmış yok sayılmış Kürt’ü konuşturan ve Sömürge Kürdistan gerçekliğini dile getiren değil sadece kendi emirlerinde olup taleplerini dile getiren bir siyasi parti.

“Barış mı olacak? Tamam biz, hallederiz! Kürtlerin sorunları mı var? Biz sizin adınıza konuşuruz. Statü mü? Bekleyin kardeşim onu da hallederiz. Anadil için erken daha yahu!”

Kısacası Kürtler adına her şeyi kendileri tarafından yapılmasına icazet veren bir parti istiyorlar. Bugün Sur’da insanlar bombardıman altındayken Levent Gültekin’in çıkıp Kürtlere Aliyya İzzetbegoviç’i referans göstererek insanlıktan bahsetmesi gibi. Bunu Cizre’de herkesin gözü önünde bodrum katlarında katledilen yüzlerce gencin cenazesi henüz teşhis edilememişken söylüyor. Dönüp tarihe baktığınızda böyle bir ilişki biçimini, ancak sömürgeci ülkedeki liberal aydınların sömürgeye yaklaşımında bulabilirsiniz. Kürtlerin yanında yer aldığını iddia eden liberaller için bu birliktelik Kürtlerin ortaya koyduğu haysiyet mücadelesi bir eşiği aştığı zaman takınıklığa uğruyor. Dolayısıyla kendi adına konuşmaya başladığın da onları yanında göremezsin. Seni bir özne olarak görmez, sen devleti için nasıl istendiği zaman ‘öldürülebilir’ bir konumda isen kendisi için de “adına konuşulan” bir konumdasın. Yani devletin hiçleştirdiği Kürtleri, Gültekin gibi ‘aydın’lar dilsizleştirerek, sadece kendi çizdiği sınırlar içinde var ediyor. Bu sınırı aştığında, kendi adına konuştuğunda ise hemen kendisini karşında konumlandırabiliyor; “Hendek mi? Hocam ben yokum”. Diyeceğim o ki  onların tahayyülündeki HDP zaten Kürtler kendi adına konuşmaya başladığı zaman çöküşe uğradı. Gültekin, “Can Dündar içerideyken derdimiz özerklik olamaz” derken Kürdisitan’daki Türk sorununa dair kronik bir fikri ifşa etmektedir. Zihnindeki öncelik sıralaması 1970’lerde meydana gelen kopuşu hatırlatarak, nasıl aynı zeminde buluşamayacağımızı bize hatırlatmaktadır. Şüphesiz ki basın özgürlüğü önemlidir ancak yaşam hakkının ihlal edildiği bir durumda bunu öncelemenin iyi niyetli nasıl bir okuması olabilir? Türklük Sözleşmesi dışında.

Bu gün akamete uğrayan bir şey varsa çözüm süreci değil liberallerin sözde demokratların maskeleriyle aramızda bulunmasının devamlılığıdır. Hükümetin bir teslimiyet beklediği ‘Barış Süreci’nin bitmesi, bir bakıma liberallerin barıştan ne anladığını da ifşa etti;”Kürtleri uysallaştırıp, devletin egemenliğini yeniden üretme”. Dün destekleyip bu gün sövdükleri HDP ile ilişkilerinin temel dinamikleri bu tavırlardan açığa çıkıyor. Bugün Ahmet Hakan’ı Yeni Akit ile bir zeminde buluşturan ne ola ki başka? Ağız birliği yaparcasına Kürtlerin ölümlerini meşru gösterme çabalarını her yerden yükseltiyorlar. Morglarda kimlikleri teşhis edilemeyen 101 cenaze varken, Levent Gültekin’in bir taziye ziyareti üzerinden ’HDP’nin İntiharı’nı ilan etmesinin devletlü ahalinin operasyonel bir hamlesi dışında bir açıklaması yok. Önceden belirttiğim gibi, HDP Kürtlere dair konuşmaya başladığı zaman bu yazıları yazanlar HDP’yi kendi zihinlerinde intihara uğratmışlardı zaten. Savaş başladığı günden beri liberallerin tavırlarına bakarsak bu durumu tüm çıplaklığı ile görürürüz.

 

Cizre ve Sur: hakikati haykıran bir gençlik

Sonuç olarak  kendilerinden önceki kuşağın attığı adımların boşa çıkmış olması ve Kürtlere açılan savaş, 90’ların hafızası ile büyüyen ve bugün eyleyen özne olan gençler için Türklük Sözleşmesi’ni tescilledi. Gençlerin bu gün sürdürdüğü  mücadelenin hakikati ve boyutları, ne Levent Gültekin’in ne de Ahmet Hakan’ın anlam dünyasında kavranabilir. Yüzümüzü çevirmemiz gereken tarihsel bir direnişe imza atan gençlerdir. Bu gençler kefareti ödenmemiş günahların hayaletleri gibi ezberlerimizi bozarcasına yaşamın her alanından mücadelenin içine dahil oluyorlar. Üst-orta sınıfların Bawer, Berxwedan, Botan isimli çocukları değil Sur’un Muhammet, Cesim, Erdal, İsmailleri ile yürütülen bir mücadele. Bu direniş pratiği ne Madrid Barikatlarından ne Paris Komünü’nden  ne Stalingrad ne de Ankara’da parlemento kürsülerindeki yalvarışlardan anlaşılabilir. Sadece ve sadece filizlendiği yerden bakılınca anlaşılabilecek bir hakikat arayışıdır Sur ve Cizre. Gençler, bedenlerini ve zihinlerini makbul vatandaş sınırlarını itaat ile çizen egemene/sözcülerine karşı bir meydan okuma aracı olarak kullanıyor. Özgürlük arzusunu bilinçle inşa eden bir meydan okuma. Dışarıda kalanın kendi anlam dünyasında barikatları hendekleri aşarak o gençlerin anlam dünyasına ulaşabilmesi mümkün olanın sınırlarını aşıyor. Hafızasız bırakılmaya çalışılan bir halkın çocukları, Şeyh Sait ve arkadaşlarının idam edildiği Dağkapı’nın birkaç adım ötesinde bize, bir şey haykırıyor:

 

Sur sokaklarında Şeyh Said’in, Seyit Rıza’nın, Beritan’ın, Zilan’ın ruhu dolaşıyor heval!”

 

Kaynak: www.xweseri.com

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu