GüncelManşet

Beyaz yakalı olmak: Herşey “prezantabl” olmak ile başlıyor

Gezi İsyanı’nı geride bırakalı 3 yıl oldu. Toplumsal dönüşümü oldukça etkileyen; kitlelerin muhalif damarını güçlendiren ve “birlikteyken güçlüyüz”ü somutlayan; haksızlığa, zulme, katliama karşı sokakları gösteren Gezi İsyanı’nı tetikleyen AKP iktidarının toplumun her kesimine temas eden yasakçı zihniyetiydi.

Gezi Parkı’nda “üç-beş ağaç”ın kesilmesi üzerine başladığı söylenen bu isyanın esas sebebi, çokça değerlendirmemizde bahsettiğimiz üzere AKP’nin işçi ve emekçiler, ezilen ulus ve dini inanç grupları, kadınlar, LGBTİ’ler üzerindeki baskı politikalarının yoğunlaşmasıydı. Gezi’deki “üç-beş” ağaç, yıllardır süren yasakların, hak gasplarının, zulmün, doğa ve insan katliamının hesabını sormak için bir vesileydi. Ağaçların kesilmesi ve yerine Topçu Kışlası yapılması ise AKP’nin var olan baskı politikalarını kabul etmek, bir sonraki sürece bu baskı politikalarına yenilerinin eklenmesine yol açmak demekti. Bu yüzden milyonlarca kişi sokaklardaydı, meydanlardaydı. Korku duvarlarını yıkan milyonlar,  devletin polisine, TOMA’sına, biber gazına karşı talcidiyle, maskesiyle ve yarattığı pek çok korunma aletiyle susmamayı, boyun eğmemeyi tercih etti.

Gezi İsyanı’nda biber gazını bal, meydanları dar eyleyenler arasında bir kesim var ki, belki de en çok dikkati çekenler onlardı: Beyaz yakalılar! Gündüzleri kravat, takım elbise, topuklu ayakkabılar, şık elbiseler giyen plaza çalışanları, akşamları “iş kıyafetleri”nden arınarak polise karşı direniyor, yaratıcı sloganlarıyla duvarları süslüyordu. Peki ama neydi onları dışarı çıkaran ve bugün çeşitli örgütlenmelerle kendilerini var etmeye çalıştıran?

 

Kredi kartına bağlanan yaşamlar

Dünya bugün, geride bıraktığımız 100 yıla göre daha farklı. 1970’ler itibariyle hız kazanan neoliberal politikalar ve gelişen teknoloji, işçi sınıfının sorunlarını kuşkusuz belli başlı yönleriyle farklılaştırdı. Maddi emek ve zihinsel emek, beyaz yakalılar ve mavi yakalılar, vasıflı ve vasıfsız işçiler gibi kavramlar kendini var etmeye başlarken, çelişkiler ise bir o kadar ortaklaşmaya başladı. Beyaz yakalılar bugün, işten atılma korkusu ve mobbing ile sistematik bir şekilde yüzyüze kalıyorlar. Rekabeti körükleyen, bireyselleştiren ve yalnızlaştıran çalışma şartları, insanların iş dışındaki sosyal yaşamlarını aynılaştırma gibi bir özelliğe de sahip. Bu da tam olarak yaşam standartlarının belli bir seviyeyi yakalaması gerekliliğinin enjekte edilmesi ile alakalı. İşte “prezantabl giyim” zorunluluğu ile başlayan bu süreç çalışanların hayatının her alanına sızarken diğer yandan kredi kartına bağımlı bir yaşam hazırlanmış oluyor. İşi kaybetme korkusu, rekabetin körüklenmesi cenderesi de tam olarak burada başlıyor.

Cumhuriyet gazetesinde 12 Eylül 2016 tarihinde başlayan ve 3 sayı yayımlanan Pınar Öğünç’ün beyaz yakalılara ilişkin yazı dizisi bu soruları yanıtlamak üzere oldukça veri sağlıyor. Öğünç’ün 14 Eylül 2016 tarihli “Pers ordusuna karşı 30 Spartalıyız 3-” başlıklı yazısındaki  “Neoliberalizm iş bulamamayı yahut kendini geliştirmeyerek, tam odaklanamayarak işini koruyamamayı, çalışanın başarısızlığı sayıyor. Bunu hissettiriyor” tespiti ise tam da sistemin bireyselleştiren yanıyla alakalı. Kişileri yalnızlaştıran, birbirine azılı düşman haline getiren, aynı büro-plaza içerisinde rekabet, birbirini ekarte etme odaklı çalışma tarzı ile bireyselleştirilen kişilerin örgütlenmesinin önü de böylece kapatılmaya çalışılıyor.,

 

Nefret ettikleri işleri yaparken işleri “kendi”leşiyor

Gezi İsyanı’da beyaz yakalıların sokağa çıkışı tam da bununla alakalıdır. Hemen ardından kurulan çeşitli örgütlenmeler ise Gezi’nin beyaz yakalılar üzerindeki önemli etkilerinden birisidir. Çeşitli atölyeler örgütleyerek plazalarda başlayan ve yaşamlarının her alanına yansıyan dayatılan yaşam tarzlarına inat paylaşımı seçen beyaz yakalılar buralarda deneyimlerini paylaşıyorlar.

Öğünç yazı dizisinde bu atölyelerden pek çok deneyim aktarıyor. Bunlardan biri durumu özetliyor: “Siyaset bilimi yüksek lisansı yapan Müge, bir süre özel ders verdikten sonra beş yıldır küçük ölçekli bir halkla ilişkiler ajansında çalışıyor. ‘İşimden bayağı nefret ediyorum’ diyor. Diğer yandan iyi iş arkadaşları sayesinde ‘asap bozucu talepkârlıktaki’ müşterilere, ‘herkesin mutsuz olduğu ama dünyanın en iyi şirketinde çalışıyormuşuz gibi davrandığı’  işine katlanıyor. Mesaisinin bir parçası da çalıştıkları firmaların itibar yönetimi, ki bu da bazı haberlerin çıkıp bazılarının çıkmamasını gerektirecek bir medya ilişkisi sağlamak. Ya da birtakım şirketler için medyada görüş beyan edecek uzman ayarlamak. Bütün masa yapmak zorunda bırakıldıkları ‘pis’ işleri de konuşmaktan yana. Bir bankacı, ‘Çok esnaf batırdım. Başta vicdan yapıyordum, sonra duyarsızlaştım’ diye yakınıyormuş. Bir çağrı merkezi çalışanının itirafını aktarıyorlar: ‘Gündüz o kadar çok yalan söylüyorum ki artık aileme, arkadaşlarıma yalan söylerken hiçbir ahlaki kaygı duymuyorum’. Aynı zamanda gündüz ‘kandırdığı’ müşteriyi akşam evden arayıp o sözleşmeyi nasıl iptal edeceğim yolunu fısıldayan da var ama. Selin, ‘Çalışma koşulları dışında işlerin kendisini de politikleştirmeliyiz’ diyor.”

Evet, dünyanın en mutlusuymuş gibi nefret ettikleri işleri yaparken işleri “kendi”leşiyor, kendilerinden nefret eder hale geliyorlar; beyaz yakalı intiharları bu nedenle azımsanamayacak kadar çok. İşten atıldıkları halde karşılarında buldukları patron dayanışması ise cabası; patronlar, işçiler hakkında referans verme durumunu kullanıyor, çalışanının başka firmada çalışmasının önünü kesebiliyor.

Bilinen bir gerçektir; hemen her beyaz yakalı bir sahil kasabasına yerleşip organik tarım yapmak ister. Yapabilen hayalini gerçekleştirsin elbet; ama çalışma koşulları ile hiçleştirilen hayatlara karşı örgütlenme zorunluluğu açıktır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu