Makaleler

SİBEL ÖZBUDUN: IŞILTILI VE “TEHLİKELİ” BİR KADIN: SUAT DERVİŞ[*]

“Benim güneşim

karanlık bastığında doğar.”[1]

Sahne -sanki oradaymışım gibi- aklıma nakşedilmiş. Hale (Kıyıcı) anlatmıştı…

Köhne bir mahpushane… Belki Ankara, belki de Paşakapısı. Sobayla ısıtılan müdür odası. Makam masasının karşısında olasılıkla döşemeleri yıpranmış bir kanepe, iki koltuk. Olasıdır ki masanın arkasında bir Atatürk fotoğrafı… Her şey Oğuz Atay romanlarına fena hâlde uygun.

Ama dekorda iki aykırı figür, ezeli bir mahpushane yerli yerindeliği duygusunu infilak ettiren iki tezat var. Kürk mantolarına bürünmüş, belki modası geçmiş, ama son derece Paris şapkalı, elleri dirseklerine dek uzanan eldivenli, iki narin kadın. Cezaevi müdürünün sipariş ettiği kahvelerini yudumlarken jandarma eşliğinde iki erkek getiriliyor odaya. Kadınlar, erkekleri görünce istiflerini bozmadan eldivenlerinin tekini sıyırıyor.

İki erkek, biraz mahçup, bağlama son derece aykırı bir reveransla eğilip dudaklarının ucunu ellere değdiriyorlar.

Erkeklerden ikisini de tanıyorsunuz. Biri, Şefik Hüsnü Değmer. Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri. İkincisi ise Reşat Fuat Baraner… TKP MK üyesi.

Ya kadınlar? Biri Madam Leokodya… Şefik Hüsnü Değmer’in eşi. Polonyalı. Gösterişli, süslü şapkalar, rugan iskarpinler, hoş kokulu parfümler, kırık-dökük bir Türkçe ve… 12 Mart faşizmi altında, kocasının mezarını korumak için kalkıp Türkiye’ye gelerek kaçak devrimcilerle aynı evde kalmayı göze alacak kadar gözükara bir aşk…[2]

İkincisi… İkincisi ise Suat Derviş… Sık sık ayağını yere vurup “Ben yazar Suat Derviş’im. Kimsenin karısı olarak anılmak istemiyorum” diye haykırmasından öğrenerek vurgulayayım. Kitapları Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Bulgarca’ya çevrilmiş; eleştirmenlerin İvo Andriç’le, Maksim Gorki’yle kıyasladığı; ‘Fosforlu Cevriye’nin, ama onun yanısıra çok sayıda roman ve öykünün yazarı; Avrupa’ya giden ilk kadın gazeteci; aristokrat bir ailenin mürebbiyelerle yetiştirilmiş kızı; Şükrü Saraçoğlu’nun dışişleri bakanlığı sırasında yabancı bir konuk geldi mi “örnek Türk kadını görsünler” diye Dışişlerine çağrılan bir “modern” kadın… TKP MK üyesi Reşat Fuat (Baraner) ile evli…

Ve adı silinmiş, unutturulmuş…

Yaşamı, İstanbul Küçük Çamlıca’da, eski bir manastırın üzerine inşa edilmiş bir köşkte başladı. 10 Ağustos’u 11 Ağustos’a bağlayan gece. Yıllardan 1901.[3]

Annesi Sultan Abdülaziz’in mabeyincilerinden Kamil Bey ile, saray kökenli Perensaz Hanım’ın kızı Hesna Hanım idi. Piyano çalan, evlenmeden önce -bazılarını Cenap Şahabettin’in okuyup yayınlatmayı önerecek kertede beğendiği- öyküler yazıp evlendiğinde kocasının sanına hâlel gelmesin diye bunlardan hiçbirini yayınlatmayan bir Çerkes kadını. Ama Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”si sahnelensin diye uğraşmak üzere kadınlardan bir komite oluşturacak kadar da hayatın içinde…

Babası ise kimyager Müşir Derviş Paşa ile ilk bakışta vurulduğu, Prenses Zeynep’in balerin cariyesi Şevkidil Hanım’ın oğlu İsmail Derviş Bey’di. Derviş Paşa, Şevkidil Hanım kendisine armağan edilince önce azat etmiş, sonra da evlenmişti onunla. Bu evlilikten doğan dört erkek çocuğun sonuncusu idi İsmail Derviş Bey ve belki de annesinin doğum sırasında kanamadan ölmesinin itimiyle, jinekolojiyi seçmişti kendisine meslek olarak. Darülfünunda nisaiye profesörüydü.

İkinci kızlarının doğumuna nezaret ederken onun mutlu bir yaşam sürmesinden başka bir arzusu olmadığı için olsa gerek, adını Saadet koymuştu babası… Ancak o, olasıdır ki çocukluğundan beri Suat adını tercih etmişti…

İkinci Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart vak’ası gibi tarihi olayların arkaplanını oluşturduğu, saadet içinde, müreffeh bir çocukluk geçirdi gerçekten de… Kendisine saray terbiyesi gereği “Cicianne” dedirten Perensaz Hanım, “Cicibaba” Kamil Bey, ablası Hamiyet, mürebbiyesi Matmazel Ner, annesi, babası, aileye sonradan katılıp saltanatını sarsacak olan kardeşi Feridun…

Eline kalem almasındaki birincil etken, olasıdır ki öykü yazmaya evlendikten sonra son veren annesiydi. İlk şiiri, “komşu oğlu” (ve “Gölgesini” şiirinden anlaşıldığı üzere ona karşı karşılıksız bir aşk besleyen) Nâzım Hikmet’in kendisinden habersiz girişimiyle Yusuf Ziya Ortaç yönetimindeki Alemdar dergisinde yayınlanan ‘Hezeyan’ı (1918) kısa sürede -bugün çoğu tefrika edildikleri gazete sayfalarında yitip gitmiş- romanlar izleyecekti: ‘Kara Kitap’ (1920), ‘Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes’ (1923), ‘Ahmet Ferdi’ (1923), ‘Hiç Biri’ (1923), ‘Behire’nin Talipleri’ (1923)…

Bu sıralar, ablası Hamiyet ile birlikte eğitim görmeye Almanya’ya gidecektir. Aile kızlarının eğitimi için hiçbir özveriden kaçınmamıştı gerçekten de… Abla kardeş, 1927’de Berlin’deki Sternisches Konservatuarı’na kaydolup şan dersleri almaya başladılar. AmaSuat Derviş’in ilgisi edebiyataydı; kısa süre sonra Edebiyat Fakültesi derslerine girmeye başladı, bu arada Scherl-Verlag, Mosse ve Ullstein gazetelerinde muhabir olarak çalışıyor,[4] bu yazılarında Suzet Doli imzasını kullanıyordu.[5] Öyküleri Almanca’ya da çevrilmekteydi. İçlerinden biri, 1928 yılında Ukrayna’da bir dergide, Rusça olarak yayımlanmıştı. Günlük Ullstein gazetesinde tefrika edilen ‘Sultanın Karısı’ romanı beğeniyle karşılanıp çeşitli dillere çevrildi.

Almanya’da yaşadığı süre içerisinde sık sık Türkiye’ye gelip gidiyordu. Ama kesin dönüşü, babasının ölümü üzerine, 1932’de yaptı. Varlık günleri geride kalmış, 1930’da Suat Derviş’in doğup büyüdüğü köşkü tüm birikimleriyle birlikte bir yangında yitiren ailenin malî durumu, babanın ölümüyle daha da bozulmuştu.[6] Suat Derviş, bundan böyle yaşamını kalemiyle kazanmak zorundaydı. 1930’ların ikinci yarısında ‘Son Posta’,  ‘Vatan’,  ‘Cumhuriyet’,  ‘Gece Postası’,  ‘Tan’,  ‘Haber’  ve ‘Son Telgraf’ gibi gazetelerde çalışmaya başladı. Kısa makale ve röportajları yayınlanmaktaydı. 1935’te ‘Cumhuriyet’ gazetesinde yayınlanan röportajlarında, “sakatlanınca, yaşlanınca işten atılan işçi kadınlarla, çocuğunu çalışırken bırakacak yer bulamayan annelerle konuşur. Sokak sokak dolaşır, işçi kadınların çaresizliklerini, haykırışlarını, duyurmaya çalışır.”[7] 1936’da Montreux Konferansı’nı izlemekle görevlendirilecek kadar iyiydi işinde.

1937’de Tan gazetesi, Suat Derviş’i Sovyetler Birliği’ndeki politik gelişmeleri izlemekle görevlendirecektir. Bu arada romanlarını çeşitli gazetelerde tefrika etmeyi sürdürmektedir: ‘Onu Bekliyorum’ (1934), ‘Onları Ben Öldürdüm’ (1935), ‘Baba-Oğul’ (1936); toplumcu gerçekçi bir yönelimin kendini hissettirdiği ‘Şeylerin Romanı’ (1937), ‘İstanbul’un Bir Gecesi’ (1938), ‘Hiç’ (1939)[8]… Verimli bir yazardır.

SSCB’ne yaptığı yolculuklar, Suat Derviş’in bundan sonraki siyasal ve yazınsal yaşamında kalıcı izler bırakacaktı.[9] Ancak siyasal görüşleri, örgütlü mücadeleye, son eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte dönüşecektir.

Reşat Fuat’ten önce birkaç kez evlendi, Suat Derviş. Önce milli güreşçi Seyfi Cenap Berksoy… Sonra yazar Selami İzzet Sedes, ardından da Nâzım Hikmet aracılığıyla tanıştığı gazeteci, yazar, Halk İştirakiyyun Fırkası’ndan yargılanan Nizamettin Nazif Tepedelenli…[10]

Bu evliliklerin hiçbiri, uzun ömürlü olmamıştır. Fırtınalı, belli; ama kısa süreli ilişkiler. Suat Derviş, sonraları tek gerçek aşkının kocası Reşat Fuat Baraner olduğunu kendisini “ideolojik kayınvalidem” olarak tanımlayan Hale Özgür Kıyıcı’ya söyleyecektir: “… Ben Reşat’la beraber dünya penceremden farklılıkları yazmaya çalıştım. Reşat’ı tanımam 1926’dır. Nâzım Hikmet çocukluk arkadaşımdır. Ailecek görüştüğümüz bu büyük şair benim Alemdar’da yazmamı sağlayarak bir kapı açmıştır. Benim için yazdığını söylediği şiir ise gurumu okşamanın ötesinde bir şey ifade etmez. Benim tek aşkım Reşat Fuat’tır.”[11]

“Tek aşkı”yla nasıl tanıştığına dair rivayet muhtelif… Son yıllarını aynı evde geçirdiği Hale Özgür Kıyıcı’nın aktardıklarına kulak verecek olursak, ilk karşılaşmaları, o sıralar kuzeni Mustafa Kemal’in[12] isteğiyle mühendislik eğitimi görmek üzere Almanya’ya giden ve burada Spartakist hareketten etkilenen Reşat Fuat’in, Şefik Hüsnü’nün çağrısını yaptığı TKP Avusturya Kongresi’ne katılmak üzere bindiği Viyana treninde olmuştur. Yıllardan 1926… Suat Derviş ise Viyana’ya opera izlemeye gitmektedir. Trende uzun uzun sohbet ederler.[13]

Ne ki bu tanışıklık kalıcı bir ilişkiye yol açmayacaktır. Suat Derviş Türkiye’ye döndüğünde birbiri peşisıra üç evlilik yapar. Reşat Fuat ise 1930’lu yılların ortalarında eğitim görmek ve TKP adına temaslarda bulunmak üzere gittiği SSCB’nde, Lenin Enstitüsü’nde tanıştığı Alman komünist Greta’ya (ya da Margareta) aşık olacaktır. Bir de çocukları olur çiftin: Klaus. Ancak İkinci Paylaşım Savaşı başlamak üzeredir; Komintern tüm komünistlerin ülkelerine dönüp faşizme karşı savaşıma katılması kararı alır. Reşat Fuat Türkiye’ye dönecektir, Greta ise bir yaşındaki oğlu Klaus ile birlikte Almanya’ya… Bir süre sonra Greta’nın Naziler tarafından öldürüldüğü haberi gelir. Klaus’u bulup onu cezaevindeki babasıyla ilişkiye geçirmek ise, yıllar sonra, Suat Derviş’e düşecektir!

Her ne hâl ise… Öyle anlaşılıyor ki Suat Derviş ile Reşat Fuat Baraner arasındaki ilişki, her ikisi de TKP’nin legal yayın organı arayışlarından ‘Yeni Edebiyat’ dergisi için çalışırken başlamıştır. Derginin imtiyaz sahibi, Neriman Hikmet’tir ve 15 Ekim 1940- 15 Kasım 1941 yılları arasında 26 sayı yayınlanabilecektir.

Kimler yoktu ki ‘Yeni Edebiyat’ın kadrosunda: Abidin Dino, Zeki Baştımar (sonradan TKP Genel Sekreteri), Naci Sadullah, Hasan İzzettin Dinamo, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, A. Kadir, Mehmet Seyda, Attila İlhan, Suat Derviş… Gizli TKP’nin Merkez Komite üyesi Reşat Fuat ise, dergide Ali Rıza Çelik takma adıyla yazıyordu. 1930-1933 arasını “komünistlik”ten cezaevinde geçiren bu eski dost, Suat Derviş’in çalkantılı yaşamına güvenilir bir liman gibi gelmiş olmalı… Derviş ile Baraner, kısa sürede derginin fiilen sorumlusu olurlar… 1941’de de evlenirler.

15 günde bir çıkan ‘Yeni Edebiyat’, 26. Sayısından sonra sıkıyönetim tarafından kapatılır. Devir, Alman Nazizmi’nin istikbaline hâlâ inanan tek parti devridir; ve ve hangi biçimiyle olursa olsun, her türlü “komünist” faaliyet CHP diktasının bütün sinir uçlarını ayağa kaldırmaktadır! Reşat Fuat diğer Komünist Partililerle askere sevk edilir. Komünist kocasının yanısıra, ‘Yeni Edebiyat’taki konumu, Suat Derviş’in de mimlenmesine neden olmuştur; dergide yayınlanan yazılar nedeniyle sık sık ifadeye çağrılmaktadır. Ancak bu soruşturmalardan ciddi bir sonuç çıkmaz.

Ama dönemin müthiş antikomünist histerisi içinde damgalanmıştır çoktan. “Bir akşamüstü ablası Hamiyet’le birlikte yürüyüşe çıktılar Talimhane’de” diye yazıyor Berat Günçıkan. “Birkaç erkek peşlerine takıldı, ‘işte, komünistler bunlar,’ diyorlardı. Birsüre sonra üzerlerine saldırdılar. Tecavüz etmekti amaçları. İki kardeş, terbiye edilmiş sesleriyle çığlık çığlığa bağırdılar. Saldırganlar da kaçmak zorunda kaldı.”[14] Şan eğitimi, nihayet bir işe yaramıştı!

Ama Suat Derviş için dananın kuyruğunun koptuğu moment, ‘Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?’ başlıklı broşür olur…

İkinci Paylaşım Savaşı dünyayı kasıp kavurmaktadır… İktidardaki tek parti yönetimi, Nazi Almanya’sının nihaî zaferine kesin gözle bakmakta, Almanya ile ilişkilerini sıkı tutmaya çalışmaktadır. TKP, savaşın gerçek yüzünü teşhir etmek üzere bir dizi legal broşür yayınlama kararı alır. Bu amaçla Mihri Belli, Suat Derviş ve Hulusi Dosdoğru’nun da katılımıyla bir komite oluşturulur. Komitenin ilk yayını, Reşat Fuat Baraner’in kaleme alıp Faris Erkman imzasıyla, ‘En Büyük Tehlike’, ‘Milli Türk Davasına Aykırı Bir Cereyanın İçyüzü’ başlıklı, faşizm tehdidine dikkati çeken broşür olur. Broşür, Nazizm hayranı milliyetçi çevrelerde kızılca kıyametin kopmasına yol açsa da, kovuşturmaya uğramaz. Büyük patırtı ise, Suat Derviş’in yazdığı, Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana Türkiye-SSCB ilişkilerini anlatan “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?”[15] broşür üzerine kopacaktır.

Dizi bu iki broşürde kalır. 1944’te “dışarıda komünist bırakmamacasına” geniş kapsamlı bir tevkifat başlar. Tutuklananlar arasında Suat Derviş ile “rütbesiz asker” kocası Reşat Fuat de vardır. Reşat Fuat, üzerine bol gelen asker kaputuyla çıkarıldığı duruşmada mahkeme heyetine sunduğu 47 sayfalık savunmasında şunları der:

“Biz milletimizin harbe girmesini istemedik. Saracoğlu hükümeti sağcı olduğundan sahadan çekilsin dedik, hâlen de istiyoruz… Toplumsal düzeni devirme konusuna gelince; Türkiye’de toplumsal düzen burjuva bireysel düzendir. Biz Türkiye’de hakiki demokrasi düzenini istiyoruz. Meclis’in, hükümetin yeniden kurulmasını istemek, toplumsal düzeni bozmak demek değildir. Demokrasiyi kökleştirmek demektir…”

Tutuklandığında sekiz aylık hamiledir Suat Derviş. Ve Türk emniyetinin sorgulama teknikleri sonucunda bebeğini düşürür. Bir daha çocuk sahibi olamayacaktır…

Bu yargılamada Reşat Fuat 7 yıl 9 ay, Suat Derviş ise sekiz ay hapis cezasına çarptırılır. Suçu, Zeki Baştımar’ı kocasının kaldığı eve götürmekti! Ama “külyutmaz” mahkeme heyeti, onu ne yazılarından, ne de eylemlerinden dolayı değil, “niyeti”nden mahkûm ettiğini duruşma tutanaklarında açık ediyordu: “Komünist propagandası yaptığından ötürü hakkında takibat açılmış olan tanınmış ve iki defa mahkûm olmuş bir komünist adamla fikren anlaşarak evlenmiş bulunan bir yazı yazanın, herhangi eli kalem tutanla mukayese edilemeyeceği mahkemece kabul edilmektedir…”[16] Madem ki komünistle evlendin, o zaman sen de komünistsin! O zaman yat bakalım kodeste de aklın başına gelsin!

“Aklı başına gelmeyecek”tir, elbette… Sekiz ay Ankara’nın Soğukkuyu Cezaevi’nde yatıp çıktığında, gözü korkmuş, suskun, unutmaya yatmış bir toplum bulur karşısında. Reşat Fuat ve yoldaşların büyük bölümü “içeride”dir ve bir zamanlar bir yazısını yayınlamak için peşinden koşan gazete patronları, artık iş başvurularına yanıt vermemekte, kapıya geldiğinde “yok” dedirtmektedirler sekreterlerine. “Komünistlik”le damgalanmış, tehlikeli bir yaratıktır bundan böyle; görmezden gelinmesi, sakınılması, bir an önce unutulması, unutturulması gereken…

Oysa ekmek gerekir hem kendisi, hem de mahpus kocası için. Suat Derviş’in tek geçim kaynağı ise, kalemidir. Piyesler, çocuk öyküleri, tefrika yazılar, radyo skeçleri, çeviriler kaleme alarak müstear isimlerle yayınlatabilmek için kapı kapı dolaşır. Bunlardan bazılarını yayınlatıp üç-beş kuruş kazanmayı başardığı da olmaktadır: ancak yazdıklarının “kendisine yardım için yayınlanmasına aracı olan” eş dostunun imzasıyla basıldığını, öykülerinin, piyeslerinin, çocuk oyunlarının bu “hamiyetperver” dostlar tarafından yağmalandığını görmek pahasına!

Yine de eğmez o güzelim dik başını. Cağaloğlu’nda dört gazeteciyle birlikte ilk basın sendikasını kurar, başkanlığı da üstlenir. Bir yandan da büyük bir enerjiyle yazmayı sürdürdüğü romanları, çoğunlukla müstear isimlerle gazetelerde tefrika edilmektedir: ‘Zeynep İçin’ (1944),[17] ‘Biz Üç Kızkardeşiz’, ‘Fosforlu Cevriye’[18] ve ‘Çılgın Gibi’ (1944), ‘Büyük Ateş’ (1947). 1950’de tefrika edilen ‘Yaprak Kıpırdamasın’ı, uzun bir aradan sonra 1962’de yayınlanan ‘Aksaray’dan Bir Perihan’ (1962) izleyecektir…

Ama yalnızca yazmak değil… 1945’de İkinci Paylaşım Savaşı Almanya ve tüm faşizm dostları için büyük bir hüsranla sonuçlandığında, Türkiye’de iktidar da oynadığı yanlış atı giderayak değiştirmek üzere alel acele kimi hamlelere girişir. 1946’da Cemiyetler Kanunu’nun değiştirilerek sosyalizan örgütlenmelerin önünün kısmen açılması da bunlardan biridir. Böylelikle Şefik Hüsnü Değmer öncülüğünde Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kurulur (1946). Suat Derviş, yeni parti ile “içerideki” komünistler arasındaki irtibatı sağlamaktadır.

Reşat Fuat ve yoldaşları, 1950’de Demokrat Parti iktidarı onuruna çıkartılan afla birlikte serbest kalırlar. Suat Derviş ile “biricik aşkı” bir kez daha birliktedir. Ama kısa süreliğine… Bu “bir tutam özgürlük” de fazla uzun sürmeyecek, giden geleni aratmayacak ve Amerikancı DP, ünlü 1951 tevkifatı ile bir kez daha “komünist avı”nı başlatacaktır. Reşat Fuat, bir kez daha mahpustur; pek çok TKP’li ile birlikte… Suat Derviş ise takibat altındadır; “komünist avcıları”nın soluğu ensesinde…

1951 tevkifatı davasının başladığı 1953 yılında, Türkiye’yi terk ederek Paris’e, ablası Hamiyet’in yanına gider. Sürgünde de boş durmamış, yorulmadan, bıkmadan yazmaya devam etmiştir. ‘Les Lettres Françaises’,  ‘Horizon’,  ‘Les Femmes d’Aujourd’hui’,  ‘Les Femmes Françaises’,  ‘Eve’ ve ‘Antoinette’ (Fransız Komünist Partisi’ne yakın sendikal konfederasyon CGT’nin kadın dergisi) gibi dergilerde ve ‘Parisien Libre’ gazetesinde öykü ve romanları, Batı Almanya’da ‘Kölnischer Anzeiger’, ‘Morgenpost’ ve ‘Bild’ gazetelerinde makaleleri, Avusturya’da da ‘Volksstimme’ gazetesinde öyküleri yayımlanır.[19] TKP ile ilişkileri, Fransız Komünist Partisi’nin de desteğini sağlamıştır ona. “Binbir Gece Masalları’ndansa Balzac’ı, Gorki’yi, Steinbeck’i çağrıştıran üslubuyla”[20] Savaş-sonrası Avrupalı entelektüeller arasında, seçkin bir yere sahip olmuştur.

Paris sürgünü 1963’e dek sürer. 1960 darbesi sonrasında ilan edilen afla, Derviş, 1963 yılında bir kez daha ülkeye dönecektir. Reşat Fuat o yıl cezaevinden çıkmış, küçük bir ev tutmuş, dayayıp döşemiş, bir de çeviri bürosu açmıştı. TKP ile ilişkileri, parti merkezinin yurtdışına kayması nedeniyle bir hayli soğumuştu. Reşat Fuat ile Suat Derviş Türkiye İşçi Partisi’ne de katılmayıp, Mihri Belli ile birlikte Milli Demokratik Devrim hattını savunurlarken, evlerini, sofralarını ardına kadar devrimci gençlere açmışlardı.

Ancak bu son birliktelikleridir ve yalnızca beş yıl sürer… Reşat Fuat, 1968’de ikinci kez geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdiğinde, yüreği kavrulur Suat Derviş’in. Sevgili eşinden ayrı düşmenin acısı, yakalarını bırakmayan yoksulluk ve 12 Mart’ın ayak sesleri…

“Efendim,” diye başlıyordu 4 Eylül 1968 tarihli pusula. Bir film şirketi sahibine yazılmıştı. ‘Fosforlu Cevriye’ senaryosundan kalan alacak, yüz elli lira isteniyordu. “Bu kadar küçük bir para için sizi hiçbir zaman rahatsız etmek istemezdim,” deniliyordu. “Fakat yirmi gün evvel kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var.” Pusulayı getirene bu paranın tamamı ya da bir kısmı verilmeli, geri kalanın ne zaman ödeneceği bildirilmeliydi. “Şimdi içinde bulunduğum perişanlığım geçer geçmez,” diye eklenmişti, “Yeniden beraber iş yapma imkânlarını aramak için sizi göreceğim.”[21] Yüreği kırıktı, parasızdı… Ve senaryosundan para kıracak yapımcıdan hakkını istiyordu!

Ama kendini kapıp koyvermedi. Evine doluşan 68’li devrimci gençlere kucak açtı… Onlara “yardım ve yataklık” etti, polisten gizlenmelerine yardımcı oldu. Mihri Belli, Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin ile onun evinin arka odasında buluşuyordu. 6 Filo’yu ya da saflarına yönelen paramiliter saldırıları protesto için sokaklara dökülen gençler, kaldırımda izleyiciler arasında kendilerini coşkuyla alkışlayan o şık şapkalı, zarif giyimli yaşlıca kadına önce hayretle bakarlar, sonra birbirlerine fısıldarlardı: “Tanımadın mı? Suat Derviş… Reşat Ağabey’in karısı…” Üzerindeki onlarca yıllık sansür ve unutturma kampanyası başarılı olmuş, onlarca romanın, yüzlerce öykünün, onlarca dile çevrilmiş yazarı olduğu unutulmuş, “Reşat Ağabey’in eşliği”ne irca etmişti…

Oysa son demlerine dek devrimciydi. Son demlerinde Neriman Hikmet, Mediha Özçelik, Necla Özgür (Taylan Özgür’ün annesi), Asiye Aliçin, Fikret Elbe ve diğer arkadaşlarıyla ‘Türkiye Devrimci Kadınlar Birliği’ni kuracak kadar.

Yaşamının son yıllarında yoğun bir parasızlık çektiği anlatılır; görmüş geçirmişliğinin alışkanlıklarından vazgeçmediği de… Sorguda yitirdiği çocuğunun yerine koyduğu Mustafa Kıyıcı ve eşi Hale Özgür Kıyıcı’yı evinde saklarken, cebindeki son beş lirayla Divan’dan pasta aldığı çoktur. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, giyiminden, kuşamından, süsünden bir an olsun vaz geçmemiştir.

Polisler Mustafa Lütfü Kıyıcı ve Mustafa İlker Gürkan’ı almak üzere Şişli’deki evini bastığında, karnı burnunda Hale Kıyıcı’nın bir zarar görmesinden kaygılanarak pencereye çıkıp avazı kadar bağırmıştı: “İmdat; hamile kadını öldürüyorlar!” Sakinleştiğinde, polisten izin istedi ve aynanın önüne geçip saçını düzeltti, rujunu sürdü. Bir kez daha gözaltına alınmıştı… Ve bir Türk polis teşkilâtı ve istihbaratı klasiği uyarınca, Kültür Sarayı’nı yakmakla suçlanıyordu!

Kısa süre sonra salıverildiğinde sağlığını iyice yitirmişti. 12 Mart darbesinden bir yıl kadar sonra, 23 Temmuz 1972’de yaşamını yitirdiğinde evini açtığı gençlerden pek azı gelebilecekti cenazesine… Feriköy mezarlığında Reşat Fuat Baraner’in yanına gömüldü…

* * *

Suat Derviş, Cumhuriyet tarihinin ilk acılı kuşağının çocuğudur: Nâzım Hikmet ile başlayıp Sabahattin Ali’ye ulaşan. Kuruluş yıllarının antikomünist hezeyanından bolca nasibini almıştır.

Ama yıllar sonra, insan kendisini şu soruyu sormaktan alakoyamıyor. Nâzım Hikmet’ten Orhan Kemal’e, Hasan İzettin Dinamo’dan Enver Gökçe’ye, Cumhuriyet’in çelik çarklarının öğüttüğü yazarlar 1960’lı yıllardan itibaren yavaş yavaş itibarlarına yeniden kavuşurken; hatta günümüzde bu itibar kimi yazarların bütün telif haklarının bankalar tarafından satın alınmasına dek varmışken, ve gadre uğramış solcu yazarlar üzerine sonraları tonlarca mürekkep harcanmışken, Suat Derviş neden kenarda köşede bırakılmıştır?

Kötü bir yazar olduğundan mı?

Yo… ‘Fosforlu Cevriye’si ve ‘Ankara Mahpusu’ Türkiyeli pek az yazarın yurtdışında esamisi okunurken onlarca dile çevrilmiş ve büyük bir yaygınlık kazanmıştır.

Daha az acı çektiğinden mi?

Yo… Baskı ve eziyetten bütün muhalifler, devrimciler, komünistler gibi o da nasibini almış, varlıktan yokluğa, alkışlardan unutulmuşluğa, Dışişleri’ndeki parlak resepsiyonlardan, arka sokaklarda “komünist kaltak” diye yüzüne tüküren “milliyetçi” yeniyetmelere savrulmuştu hayatı. İşkenceli sorgularda doğmamış bebeğini yitirmesi, Ankara mahpusunda geçirdiği günler de cabası…

Davasına ihanet filan mı etmişti?

Hayır… Suat Derviş yaşamının son demlerine dek sosyalist kaldı, bunu evlerin basıldığı, kentlerin sokak sokak tarandığı, eski dostların arananları görünce yolunu değiştirdiği 12 Mart faşizmi koşullarında kapısını ardına kadar kaçak devrimcilere açarak da gösterdi.

O hâlde?

Suat Derviş, kadındı… Dönemin bir avuç devrimci kadınından biri (sahi, kaç kişi hatırlıyor bugün Sabiha Sertel’in, Zehra Kosova’nın, Neriman Hikmet’in, Mediha Özçelik’in adlarını?)… Üstelik de üst sınıflardan gelme, aristokratik alışkanlıklarından en sert koşullarda dahi taviz vermeyen, eskilerin deyişiyle ‘nev’i şahsına münhasır” bir kadın… Olasıdır ki partili, ama devlete kafa tutarken iradesini ne partisine, ne güçlü ve karizmatik kocasına teslim etmeyecek kertede şahsiyetli. Parti’deki işçi sınıfı kökenli yoldaşlarına tepeden bakmayan, ama en zor koşullarda giyiminden, kuşamından, Paris şapkalarından, altı delinmiş de olsa rugan iskarpinlerinden vazgeçmeyen bir kendine özgülük… Dört kocaya varacak kadar başına buyruk, iradeleri üzerine ipotek koymaya kalkıştıklarında geriye bakmaksızın sırtını dönüp gidecek kadar tavizsiz, ve Mustafa Ekmekçi’ye anlattığına göre Nizamettin Nazif’le nikahlandıkları gün onunla Yeni Cami merdivenlerinde sevişecek ve bu nedenle de gerdek gecesini karakolda geçirecek kadar eksantrik…[22]

Yani kadınlığın mahkûm kılındığı ebedi “vasatlık” biteviyeliği içinde, “ışıltılı” ve bir o kadar da “tehlikeli” bir kadındı. Bunun da bilincindeydi kuşkusuz; romanlarında sürekli olarak kendilerine dayatılan sınırları aşma çabasındaki kadın kahramanları anlatırdı…

Bugün adının pek az dile getirilmesinin nedeni bu olmasın?

N O T L A R

[*]Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, No:4, Ağustos-Eylül 2015.

[1] Simone Berteaut, Kaldırım Serçesi Edith Piaf, Çev: Aydın Emeç, Agora Yay., 2010.

[2] Hale Kıyıcı, “Madam Leokodya”, http://simurg.info/2010/01/29/madam-leokodya/

[3] Başka kaynaklarda 1903 ya da 1905 olarak geçiyor. Ancak biyografisti Liz Behmoaras’ın verdiği 1901 tarihi, ilk şiiri “Hezeyan” (aile dostları Nâzım Hikmet’in araya girmesiyle) 1918’de, ilk romanı (ve gururla ‘para kazandığını’ söylediği) “Kara Kitap” ise 1920’de yayınlandığına göre, daha akla yakın gözüküyor.

[4] “Suat Derviş”, http://www.tr.writersofturkey.net/index.php?title=Suat_Dervi%C5%9F

[5] Atacan Atakan, “Unutulmuş Bir Portre: Suat Derviş”, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/4653/unutulmus-bir-portre-suat-dervis

[6] Metin Celal, “Efsane Kadın Suat Derviş”, http://www.haber7.com/kultur/haber/307612-efsane-kadin-suat-dervis

[7] Feryal Saygılıgil, “İşçi, Yoksul Kadınların Sesi: Suat Derviş”, Petrol İş Kadın Dergisi, 2 Nisan 2014.

[8] Müjgan Halis, “Bir Öncü Kadın: Suat Derviş”, http://simurg.info/2009/03/05/suat-dervis/

[9] “Suat Derviş”, http://www.tr.writersofturkey.net/index.php?title=Suat_Dervi%C5%9F.

[10] Dönemin “egzantrik” yazarlarından Nizamettin Nazif’ten nasıl etkilendiğini kendi ağzından anlatılan öykü, aslında Suat Derviş’in kişiliği hakkında da bir fikir vermekte… Nizamettin Nazif, birlikte çalıştıkları ‘Vakit’ gazetesinde tarihi romanlar tefrika etmektedir. Episodlardan birinde, roman kahramanı Kara Davut Fatih Sultan Mehmet’i tokatlar. Bu tokat, milliyetçi hisleri rencide etmiştir. Gazetenin önünde toplanan kitle gazeteyi ve tefrika yazarını protesto etmektedir. Öykünün geri kalanını Suat Derviş’e bırakalım:

“Gazete binasının merdivenlerini üçer dörder inen uzun boylu, zayıf, saçları başının tepesinde biraz gülünç şekilde dimdik duran adam, son basamakta biraz kıpırtısız kalıp gözleriyle kapının önüne üşüşen ve kendisine küfürler savuran kalabalığı taradı ve sonra da ona hitaben gür bir sesle bağırdı: ‘Fatih Sultan Mehmet bir sonraki sayıda Kara Davut’u d.zecek! Yemin ediyorum. Artık ondan dayak yemeyecek. Nasıl, şimdi memnun musunuz efendiler?’ Bu sözleri söyleyip kalabalığı yatıştıran, Nizamettin Nazif Tepedelenloğlu’dur.” (Lütfü Kırayoğlu, “Ismarlama Tarih”, Yatağan Demeç Gazetesi, 20 Ağustos 2013, http://www.demecgazetesi.com/ismarlama-tarih-makale,598.html)

[11] Hale Özgür Kıyıcı, “Suat Derviş”, http://simurg.info/2013/11/30/suat-dervis-2/

[12] Reşat Fuat Baraner Mustafa Kemal’in anne tarafından kuzenidir.

[13] Hale Özgür Kıyıcı, “Suat Derviş”, http://simurg.info/2013/11/30/suat-dervis-2/

[14] Berat Günçıkan, “Hem komünist, Hem Aristokrat Bir ‘Yıldız’…”, Cumhuriyet Dergi, 19 Mart 1995, ss.3-4.

[15] Her iki metin de 2002 yılında Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) tarafından 2002’de ‘Kırklı Yıllar: En Büyük Tehlike’ başlığı altında yayınlanmıştır.

[16] Berat Günçıkan, “Hem Komünist, Hem Aristokrat Bir ‘Yıldız’…”, Cumhuriyet Dergi, 19 Mart 1995, s.5.

[17] Bu roman 1968’de ‘Ankara Mahpusu’ adıyla yayınlanacak, ablası Hamiyet’in Fransızca çevirisinin büyükbeğeni kazanmasının ardından 18 dile çevrilecekti. Eleştirmenleri, romanın yazarını Gorki, Steinbeck, Caudwell ve Vittorini’yle karşılaştırmaktaydı.

[18] Suat Derviş’in defalarca filme alınan, kuşkusuz en tanınmış romanı; İstanbul’da arka sokaklarda yaşayan ve bir kanun kaçağına (ki bu tiplemede kocası Reşat Fuat Baraner’den esinlendiğini kendisi de belirtmektedir) sadakatle bağlı bir kaldırım yosmasının öyküsüdür.

[19] Sennur Sezer, “Hayatın Romancısı”, Radikal Kitap, Yıl: 2, No: 654, 27 Eylül 2013, s.10.

[20] Janine Bouissounouse’un ‘Le Prisonnier d’Ankara’ (Ankara Mahpusu) için yazdığı önsözden.

[21] Berat Günçıkan, “Hem Komünist, Hem Aristokrat Bir ‘Yıldız’…”, Cumhuriyet Dergi, 19 Mart 1995, s.5.

[22] Mustafa Ekmekçi, “Nâzım’ın Sevdikleri”, Cumhuriyet, 18 Haziran 1992, s.2.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu