GüncelMakaleler

ANALİZ | “Zincire Vurulan” Emekli Amiraller ve Montrö Kapışması

"Yaşanan süreç hakim sınıf klikleri arasında bir dalaş olarak ortaya çıksa da, dalaşın arka planında emperyalist çıkarlara göre konumlanma ve “beka sorunu” olarak adlandırdıkları iktidarını koruma adımlarıdır"

Türkiye içine girdiği sorunlar yumağından bir türlü çıkamıyor. Sömürü, baskı ve zulüm girdabı giderek büyüyor. Sınıf çelişkileri, sömürü, işsizlik, yoksulluk geçmişe kıyasla uç boyutlara tırmanmış durumda.

Kürt ulusal sorunu da devlet tarafından aynı mertebede varlığını sürdürüyor. Ezilen bağımlı ulus olan ve ulusal varlıkları reddedilen Kürt ulusuna karşı faşizm daha agresif hal almış durumda.

Siyasi baskılar da aynı boyutlara tırmanmıştır. Faşist saldırılar en üst düzeye çıkartılmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme örneğinde olduğu gibi sistemin doğasında varolan kadın düşmanlığının önü daha da açılmıştır.

Tüm bunlara bağlı olarak emperyalist kapitalizmin aşırı kâr hırsının ürünü olan Covid-19 pandemisi, AKP hükümeti sayesinde almış başını gidiyor. Emperyalist kapitalist sistemin ürünü olan pandemi, Türkiye özgülünde hakim sınıfların niteliğiyle birlikte toplumu tehdit eder hale gelmiştir.

Tüm bu sorunların üstesinden gelinemediği gibi ülke çığırından iyice çıkmış bir dönemece sokulmuştur. Daha açık bir deyimle ülkemiz uluslararası kapitalizmin krizinin derinleştiği koşullarda bir girdap içine girmiştir. Dolayısıyla yoksulluğun, sömürünün, açlığın, gasp, yolsuzluk ve talanın daha önce bu düzeyde yaşanmadığı bir döneme girdik. Bu durum, çelişki ve sorunları daha müzmin bir boyuta tırmandırırken, karşıt sınıflar arasındaki uçurumu da daha derinleştirmiştir. Bunlar gelecekte ülkemizin sınıflar mücadelesinde keskin dönemeçlere gebe olduğunun göstergelerindendir.

Bu mevcut duruma bağlı olarak, ezen ve ezilenler arasında giderek büyüyen çelişkiler ve sorunlar yumağı dışında; hakim sınıflar arasındaki çelişkiler ve iktidar kavgası da iyice öne çıkmıştır. AKP yönetiminin, devlet kurumunu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmek girişimi, hakim sınıflar arasındaki çelişkilerin hangi boyutlara tırmandığını da gösteriyor.

AKP’nin 2002 seçimleriyle hükümet kurmasından sonraki yıllarda devlet içerisinde özellikle de ordu bürokrasisinde Kemalist kadrolar adım adım “yargı sopası”yla önemli oranda sindirilmiş, gözaltına alınmış, hapiste tutulmuştu. TSK’nın Genelkurmay Başkanı’nın “terör” suçlamasıyla tutuklandığı ve belli bir süre hapiste kaldığı bir süreçten bahsediyoruz.

Çelişkinin derinleşmesi ve keskinleşmesi, Kemalistlere pahalıya patlamıştır. Örneğin 2007 yılında eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “27 Nisan-e muhturası” AKP Hükümeti’ne geri adım attıramamıştır. Çünkü ABD emperyalizmi hükümetin arkasında yer almıştır. Ardından Balyoz askeri darbe planı, Ergenekon davası gibi -sonradan kumpas olduğu söylenen- davalar ile birçok general, albay, yarbay, amiral tutuklanmış ve bir müddet hapiste tutulmuştur.

Bu dönem 5 Ağustos 2013’te bir önceki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanmış, müebbet hapis cezasına çarptırılmış ve bir müddet hapishaneye konulmuş, ancak daha sonra serbest bırakılmıştır. Böylece bir taraftan İTC (İttihat Terakki Cemiyeti) zihniyetinin devamını oluşturan Kemalist zihniyetli subayların ordu içindeki etkinliği önemli oranda azaltılmış, yerlerine “ılımlı İslam” projesine uygun dindar, bağnaz subaylar getirilmiştir. Saray’a taşınan, başbakanlığı lağveden, meclisi fesheden, kendine bağlı kukla bakanlar kurumu oluşturan cumhurbaşkanı, adını sık sık andığı Abdülhamid’e özenmiş, deyim yerindeyse İslamcı bir istibdat yönetimi kurmuştur.

Yaşanan süreçle birlikte Türkiye tarihi açısından, faşizmin halk kitleleri üzerinde terör uygulamasının önemli kurumlarında biri olan ordunun, “aydınlanmacılığa” dayalı Kemalist yönü, İslamcı iktidar elinde önemli ölçüde törpülenmiştir. Elbette Kemalizm’in faşist, emperyalizm işbirlikçisi karakteri özenle korunmuş, kimi biçimsel değişikliklerle “İslamcı Kemalist” bir ordu yapısı ortaya çıkarılmıştır. AKP ile “birlikte iş tutan” Fethullah Gülen Cemaati’nin önderliğinde gerçekleşen Ergenekon ve Balyoz davaları, ordunun İslamcılar açısından kimi Kemalist çıkıntılarını törpülemenin adımları olmuştur.

Ardından yine Cemaat-AKP işbirliğindeki 2010 referandumuyla birlikte devlet aygıtını kendi kliğinin çıkarları doğrultusunda dönüştürmüştür. 2016 darbe girişimi, AKP tarafından ordudaki en büyük rakibi Fethullahçılardan kurtulmanın yolu olarak ele alınmış, “Allah’ın bir lütfü” olarak kullanılmıştır.

TSK’nın Emperyalizmin Hizmetinde Yeniden Örgütlenmesi

Gelinen aşamada ise TSK Kemalizm’in aydınlanmacı, “laik” yüzü önemli oranda törpülenmiş, ancak emperyalizm işbirlikçisi ve faşist karakteri daha da güçlendirilmiş olarak yeniden örgütlenmiştir. Kemalistler tarafından her fırsatta “laikliğin koruyucusu” olarak propaganda TSK, Suriye savaşında ve özellikle Kürt ulusunun kazanımlarına yönelik saldırısında DAİŞ ile iş tutmuş, ardından Libya, Karabağ gibi bölgelere cihatçı çete artıklarını transfer etmiştir.

Cihatçı çeteler son olarak Irak Kürdistanı’nda Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi gerillalarına karşı kullanılmaktadır. TSK’nın geri çekilmek zorunda kaldığı Garê operasyonundan sonra özel eğitimli yaklaşık bin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) mensubunun Geliyê Zaxo’daki askeri üsse getirildiği ileri sürülmüştür.

Irak Kürdistanı’nın Duhok kentinde, 2017 yılında ilk üssünü kuran SADAT tarafından özel eğitilen ÖSO mensuplarına aylık olarak 3 bin dolar maaş verildiği belirtilmektedir. Ayrıca 2021 yılının Ocak ayında Türkiye’nin Suriye, Irak, Afganistan, Azerbaycan ve Çeçenistan uyruklu 3 binden fazla ÖSO mensubunu “PKK’ye karşı savaştırmak” için Kanîmasî, Amediye, Bamernê, Qesrê ve Sidekan’da bulunan üslerinde konumlandırdığı ileri sürülmektedir. Kısacası TSK İslamcı faşist iktidar tarafından yeniden örgütlenmiş durumdadır.

Yargı, yasama ve yürütme kurumlarını tümden kendine bağlayan AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan, MHP kliği ile devletin temel kurumu orduyu da bu minvalde kendi kliğinin ideolojik referanslarıyla yeniden örgütledi. Ancak bu yeni pozisyonun tıpkı Kemalistlerin etkin olduğu dönemdeki gibi anti-emperyalist bir karakteri bulunmamaktadır. Kemalistler de bir NATO üyesi olarak ABD ile uşaklık ilişkisi içindeydiler, İslamcılar da ABD ve AB emperyalizmiyle son derece uyumlu bir ilişki içindedirler.

ABD emperyalizmi tarafından -Avrupa emperyalistlerinin de ortak olduğu- neo-liberal politikaların hayata geçirilmesi için “medeniyetler çatışması” kisvesiyle ortaya atılan politik yaklaşımla uluslararası alanda yaratılan sanal alemde din doktrini giderek öne çıkartılmıştır. Bunun sonucu Müslüman ülkelerde öne sürülen “Ilımlı İslam projesi” pratikte uygulamaya konmuştur. Bu gelişmeler Türkiye’de orduda giderek Kemalistlerin siyasi etkinliğini zayıflatmış, İslamcı kadroları ön plana çıkartmıştır.

Bunun sonucu 2002’de AKP hükümeti işbaşına getirilmiş, Fethullah Gülen Cemaati öne çıkarılmış, devlet kademelerine yerleştirilmiş, orduda Kemalistlerin siyasi

inisiyatifi zayıflatılmış, MGK toplantılarında ordunun otoritesi giderek zayıflatılmış ve hükümet öne çıkarılmış, eğitimde ve sosyal yaşamda devletin resmi doktrinlerinden olan din unsuruna katalizör rol yüklenmiştir. Elbette ki bu milliyetçiliğin kamufle edildiği anlamına gelmez. Tersine içiçe devam ettirilmiştir.

Montrö Bildirisi Ne Anlama Geliyor?

Sürecin bu şekilde cereyan etmesi hakim sınıf klikleri arasındaki çelişkinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. AKP-MHP kliğinin Kemalist kadroların “Mavi Vatan” söylemine sarılması ve propaganda etmesi tamamen dönemsel çıkarlarla ilgilidir. Devlet içinde klikler arasındaki çelişkiler devam ediyor. Tüm ezilenlere karşı saldırıda birleşen hâkim sınıf klikleri arasında, çıkar ve iktidar taşıması sürüyor.

ABD tarafından işbaşına getirilen AKP hükümeti üzerinden uygulamaya konan devlet erkindeki bu yer değişimi günümüzde de devam etmektedir. Gerçi pazarların paylaşım dönemi ve hegemonya mücadelesinin hız kazandığı günümüz sürecinde TC devleti, ABD ile Rusya arasında tökezleyen, çark eden, günübirlik hareket eden bir manivela içine hapsolmuş durumdadır.

Ki bu durum Recep Tayyip Erdoğan’ın, Devlet Bahçeli’nin, Savunma bakanı Hulusi Akar’ın işini zorlaştırıyor. Emperyalistler arasına girdikleri kıskaç bunları giderek sıkıştırıyor, hareket alanını iyice daraltıyor. Ayrıca ülkenin ekonomik durumu, pandemi, siyasi kriz, ezilen ve sömürülenler arasındaki keskinleşen çelişkiler durumlarını daha kötüleştiriyor.

Böylesi bir dönemde 104 amiral bir bildiri yayınladı. Ardından 14 amiral gözaltına alındı, sonra adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar. Ve ardından 10 amirale elektronik kelepçe takıldı. Böylece amiraller 24 saat dışarıda gözetim altına alındılar. Ardından 6 emekli amiral ve bir general de ifadeye çağrıldılar. Evleri arandı, telefon ve bilgisayarlarına el konuldu. Daha sonra ifadeleri tekrar alınacağı açıklandı.

ABD seçimleri sonucunda Biden’in işbaşına gelmesi beraberinde ABD emperyalizminin Trump döneminde kaybettiği mevzileri yeniden ele geçirme politikasını devreye sokmasını getirmiştir. Bu durum hemen her şeyiyle ABD emperyalizmine bağımlı olan, NATO üyesi olan TC açısından yaşadığı sıkışıklığı gidermenin aracı kılınmak istenmektedir. Elbette kimi özel durumlarda söz konusudur. Örneğin Halk Bank davası ve R.T.Erdoğan’ın mal varlığı meseleleri gibi… Ancak ABD açısından ön planda olan TC’nin Rusya’ya yakınlaşması, S-400’leri satın almasıdır. ABD bunu şiddetle eleştirmekte ve hatta yaptırım kararı uygulamaktadır.

TC üzerinde yaşanan bu baskı beraberinde “dünya lideri” R.T.Erdoğan’ı çaresiz bırakmaktadır. Son olarak ABD’nin Ermeni Soykırımı ifadelerini kullanmasına gösterilen düşük düzeyli tepki, sıkışmışlığın ve çaresizliğin ürünü olarak görülmelidir.

Faşizm bu sıkışmışlık içinde ABD’ye mesaj olarak yaptırım uygulamama ve destek karşısında “Möntro Anlaşması”nı bile tartışırım mesajı vermiştir. Emekli Amirallerin bildirisi etrafında koparılan fırtınanın gerçek nedeni budur. Yoksa ne NATO üyesi TSK’nın emeklileri ne de şu an işbaşında bulunan AKP-MHP kliği “anti-emperyalist ve ABD karşıtı”dır.

Karadeniz’e yerleşmek ve kalıcı askeri üsler kurmak isteyen ve Ukrayna’ya da kalıcı savaş gemileri göndererek yerleşmek isteyen ABD’nin isteğine Türkiye Cumhurbaşkanı açıktan olumlu yanıt vermiştir. Böyle bir girişim 20 Temmuz

1936’da imzalanan Montrö Anlaşması’nın feshidir. Montrö Anlaşması, Türkiye’ye Çanakkale ve İstanbul boğazlarının kontrolü ve savaş gemilerinin geçişini düzenleme hakkı veren bir sözleşmedir. Bu sözleşme, uluslararası bir anlaşmadır ve Türkiye’ye Boğazlar üzerinde tam kontrol hakkı verir. Sözleşme, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere ait savaş gemilerinin geçişini sınırlar. Buna göre sınırı olmayan ülkelerin savaş gemileri Boğazlar ve Karadeniz’den geçmeden 15 gün evvel Türkiye’ye bildirilmelidir. Çanakkale ve İstanbul Boğazı’ndan geçtikten sonra Karadeniz’de 21 günden fazla kalamazlar. Karadeniz’e geçen geminin ağırlığı 15 bin ton, toplam gemilerin ağırlığı ise 45 bin tondan fazla olamaz.

Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin kendi sınırları içinde süresiz kalabilirler. Ancak denizaltı ve savaş gemileri Boğazlar’dan geçtiklerinde TC devletine önceden bildirmek zorundadırlar. Savaş gemileri dışında ticari gemilerin Boğazlar’dan geçiş ve dönüşleri izin almaksızın serbesttir.

Bu sözleşme Lozan Antlaşması’nda Türkiye aleyhinde olan birtakım hükümleri kaldırmıştır. Lozan Antlaşması’nda Boğazlar’ın her iki yakası askeri kesimden muaftı. O anlaşmaya göre Türk askeri de Boğazlar’dan geçemezdi. Başkanı Türk olan uluslararası sivil bir kurumun oluşturulmasına gidilerek Boğazlar’dan geçişler Milletler Cemiyeti’ni temsil eden kurulun güvencesi altında sürdürülmüştür. Montrö Sözleşmesi ile Lozan Antlaşması’na bağlı 1923 Boğazlar Sözleşmesi feshedilmiştir. Yerini Montrö Sözleşmesi almıştır.

Türkiye tarafından Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin kaldırılması ABD’ye yarayacaktır. ABD’nin amacı Karadeniz’e yerleşmek ve NATO üyesi Türkiye, Bulgaristan, Romanya ile beraber, Ukrayna ve Gürcistan’ı da NATO’ya alarak, kuracağı üslerle Rusya’yı kuşatmaktır.

Böylece Rusya’yı Baltık Denizi, Doğu Avrupa, Balkanlar, Doğu Akdeniz ve Karadeniz üzerinden abluka altına almayı planlıyor. Rusya’nın hareket sahasını sınırlamak ve dar bir alana sıkıştırmayı hedefliyor. Montrö Sözleşmesi’nin feshini ABD bunun için istiyor. Dolayısıyla Montrö Sözleşmesi’ni savunan TC ordusunun deniz kuvvetleri amirallerinden arındırılması ve tasarlanan projenin adımlarının atılması hedefleniyor.

Tabi ki Rusya böyle bir uygulamanın arkasındaki nedeni görüyor ve buna karşı çıkıyor. Hemen tepkisini sert bir şekilde yansıtmıştır. Bunun için Doğu Ukrayna’nın Donbass bölgesine askeri güç yığmıştır. Ki bu bir mesajdır. Böyle bir şeye sert tavır takınacağını belirtmiştir. Bunun üzerine Amerika, Ukrayna’ya göndereceği savaş gemilerini göndermekten vazgeçmiştir. Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın feshi ve Boğazlar’ın ve Karadeniz’in ABD savaş gemilerine açılması sözünden şimdilik vazgeçmiştir.

Yaşanan süreç hakim sınıf klikleri arasında bir dalaş olarak ortaya çıksa da, dalaşın arka planında emperyalist çıkarlara göre konumlanma ve “beka sorunu” olarak adlandırdıkları iktidarını koruma adımlarıdır. Bu süreçten özellikle emekli amillerin bildirisinden bir “anti-emperyalist” duruş çıkarmak önemli bir hatadır. Bu emekli amiraller NATO’ya seve seve hizmet etmişleridir. Onların ABD emperyalizmiyle bir sorunu yoktur. Sadece statükoyu korumak istemişlerdir. AKP-MHP iktidarı da “pası” almış ve ABD emperyalizminin yeni yöneliminde her koşulda yer alacağını göstermek için kullanmıştır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu