Makaleler

ABD’nin stratejik aklı ve istikrarsızlaştırma politikası üzerine

Emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu krize paralel olarak ilerleyen sürecin bugündeki yansımalarını Ortadoğu’da görmekteyiz. Asimetrik işgal ile ortaya konulan politikalar, uluslararası krizler esas olarak bahsini ettiğimiz bu krizin sonuçlarıdır. 2008 yılında başlayan emperyalist krizin çıkıldığına dair tartışmaların gerçekliği bulunmadığı gibi esas olarak kriz, kendini farklı koordinatlarla göstermektedir.

ABD emperyalizmi, 2011 yılından bu yana bu krizi Ortadoğu’da semirttiği tekfirci faşist çeteler eliyle aşmak istemekte. Bu çeteler aracılığıyla silah ticaretinden tutalım, petrol rezervlerinin ele geçirilmesine kadar çok geniş bir yelpazede bir imtiyaz sağlanmaktadır. ABD önce saldırılarına bahane ettiği çetelere karşı savaştığını iddia edip bu çetelerden arındırılan bölgelere askeri üsler kurmaktadır. 2030 Küresel Eğilimler Raporunda ABD esas olarak, mevcut askeri üslerini petrol rezervlerinin kontrolü kapsamında donatacağını açıklamıştı. Bu hedef ile işleyen politikada mevcut hedeflerinde yaşadığı kimi yenilgiler de söz konusudur. Bu yenilgileri bir daha yaşamamak için yeni stratejik düşünceler kazanmanın ve bunları hayata geçirmenin derdindedir.

 

ABD’nin yeni stratejik akılları

2. Emperyalist Paylaşım Savaşının sonundan bu yana  tanık olduğumuz bir gerçek var ki o da ABD’nin kendini ultra güç olarak konumlandırması ve SSCB karşısında güç elde edebilmek için kendini dünya kurtarıcısı olarak konumlandırmıştır. O günden bugüne kadar ABD kendini bu kapsamda işleyen politikalarla gösterdi. Terörizme karşı küresel savaş konsepti ile önce tekfirci faşist çeteleri semirtti, sonra bu çeteler eliyle gerçekleştirilen katliamlara müdahale ederek hem kendi prestijini tazeledi hem de işgal altındaki bölgelere nüfuz etti.

70 yıldan beri ABD’li strateji uzmanlarının saplantısı halklarını korumak değil, dünyanın geri kalanı üzerindeki askeri üstünlüklerini sürdürmek olmuştur. SSCB’nin yıkılmasıyla 11 Eylül 2001 saldırıları arasındaki on yıl içerisinde kendilerine direnenleri vazgeçirme yöntemlerinin arayışı içerisindeydiler. Bu zamana kadar K. Ulman’ın geliştirdiği stratejiler kapsamında  ABD vahşet ve korku yaratma politikası izlemiş ve bu kapsamda  Japonya’nın  atom bombası ile vurulması ve Bağdat’ın seyir füzesi yağmuruyla bombalanması hayata geçirilmiştir.

Stratejistlerden Straussçular olarak adlandırılan  filozof Léo Srauss yandaşları ise aynı anda birçok savaş yürütüp bunları kazanma düşleri kuruyorlardı. Topyekun tahakküm olarak adlandırılan bu stratejik saldırıda bir komuta altında Afganistan ve Irak savaşları hayata geçirildi. Bir başka ABD’li strateji uzmanı Amiral Arthur K. Cebrowski ise orduların bir veri yığınını eşzamanlı olarak değerlendirecek ve paylaşacak şekilde yeniden düzenlenmesi düşüncesini savunuyordu. Buna göre robotlar bir gün eşzamanlı olarak en iyi taktikleri koordine edebilir. Bu kapsamda başlattığı planlamalar şimdiden kendini göstermektedir. Hayata geçirilen kimi teknolojilerle savaş planları koordine edilmekte insan merkezli askeri savaşlar giderek kendini niceliksel olarak azaltmaktadır. Cebrowski’ye göre aynı zamanda insan kaçırma ve cinayet şebekeleri savaşta önemli bir yere sahiptir. Bu strateji  Bush ve Obama döneminde hayata geçirilmiştir. Cebrowski’nin düşünce ve hayalleri önce Başkan Bush’u 80 000 kişinin katliamına yol açan en geniş kapsamlı uluslararası kaçırma ve işkence sistemini örgütlemiş ardından Obama 80 ülkede harekat yürüten ve yıllık 14 milyar dolar bütçeye sahip olan ve başta insansız hava araçlarıyla olmak üzere kimi zaman komandolar eliyle de çalışan bir cinayet sistemini hayata geçirmiştir.

Amiral Cebrowski’nin yardımcısı Thomas P.M. Barnett, 11 Eylül’den itibaren Pentagon’a göre dünyanın yeni haritasının nasıl şekilleneceğini duyurmak üzere Pentagon’da ve askeri akademilerde çok sayıda konferans verdi Bu proje, ABD ordularında bu yenidünya vizyonu doğrultusunda gerçekleştirilen yapısal reformlarla mümkün hale getirildi.

 

Barnett’in stratejik aklı

ABD’nin stratejistlerinden Barnett ise  ABD’nin “ateşi paylaştırması” yani  ikiye bölünme gibi bir politikayı savunmuştur. Ona göre bu şekilde ABD’nin hegemonyası süreklilik kazanabilir. Bir tarafta “istikrarlı” devletler, G8 üyeleri ve müttefikleri, diğer tarafta geri bıraktırılmış ülkeler.  Bu kapsamda oluşturulabilecek bir iştirak ile mevcut sömürge ülkelerin pazarlarına ulaşım kolaylaşabilir ve bu alanlarda kurulacak askeri üsler ve istihbarat ağları ile bu alanlar ele geçirilebilir.

ABD eski başkanı Carter, Ocak 1980’de Barnett’in doktrininden söz etmiştir. ABD ekonomisinin Körfez petrolüyle ikmal edilmesi konusunu bir ulusal güvenlik sorunu olarak görüyordu ve ardından  Pentagon’u bu bölgeyi denetimi altında tutmak için CentCom’la donattı. Barnett’in bu politikası esas olarak bölgelerde sorun teşkil eden ülkelerdeki siyasal iktidarların asimetrik yöntem ve komplolarla lağvedilmesine dayanmaktadır. Burada esas amaç pazar ülkelerde iktidar istikrarsızlığının sürdürülmesidir. Örneğin ABD, Irak ve Libya’dan savaştan önce çıkarttığı petrolden daha azını çıkarmaktadır. Buradaki esas amacı bu istikrarsız ülkelerin koşulsuz karakol olması işlevidir. Mevcut iktidar ve iştirak ettiği çetelere imtiyazlar vermektedir. Ancak bu imtiyaz bölgede misyon üslenecek ve Rusya’yı çevreleyecek şekilde politika üstlenmeleri şartıyla alıyor. Bu doktrin Léo Strauss’tan ödünç alınan kaosa bir göndermedir ama Barnett burada buna yeni bir anlam yüklemektedir. Kendisi Yahudi olan Strauss  ABD’nin kendini koruması stratejisini  direnen bazı devletleri yok etmek, bunları kaosa sürüklemek ve sonrasında da yeni yasalara göre yeniden inşa etmek üzerinedir. 

Barnett’in diğer stratejilerden farkı bugün esas olarak BOP politikasında kullanılıyor oluşudur. Bugün Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da (Sina), Filistin’de, Lübnan’da Suriye’de, Irak’ta, Suudi Arabistan’da, Bahreyn’de, Yemen’de, Afganistan’da  ve hatta Türkiye’de bile bu politika devreye sokulmak istenmektedir. Bu açıdan bugün Barnett’in stratejisi neo-liberal stratejilerin önde gelenlerindendir.

Sömürge ülkelerin istikrarsızlaştırılması ve ABD’nin hegemonyası

11 Eylül’den beri uygulamaya konulan tam da bu politika olan sömürge ülkelerin istikrarsızlaştırılması esas olarak emperyalizmin sömürge ve yarı sömürge ülkelere dair tarihsel bir yönelimidir. Pazar politikasının bu şekilde hayata geçirildiği ve sömürge ve yarı sömürge ülkelerde kapitalizmin gelişiminin engellenmesi emperyalizmin doğası gereği var olan bir politikadır. Ancak şöyle bir baktığımızda ekonomik ve siyasal yaptırımların yanı sıra ABD 16 yıldır yürüttüğü hiçbir savaşı tamamlayamamıştır.  16 yıldan beri, Afganların yaşam koşulları her gün daha da kötüleşmekte ve tehlikeli hale gelmektedir.

NATO birliklerinin varlığı Afganların yaşam koşullarını giderek daha kötü hale getirmektedir. Bu koşullar altında semirtilen çeteler, mevcut istikrarsızlığı süreklileştirdikleri ve bulundukları ülkelerde demokratik gelişimleri engelledikleri için ebedi istikrarsızlığın adı emperyalizmin iyi çocukları olarak anılmaktadır. Kaddafi’nin öldürülmesinden ve NATO’nun zaferinden sonra bir savaş alanına dönüşen Libya bugüne kadar belini doğrultamadı. Müslüman Kardeşler’in çemberinde olan Suriye içinden zor çıkacağı bir krizin içine sürüklenmiş durumdadır. Buna birçok örnek daha verilebilir. Bu açıdan ilerleyen dönemde ABD’nin istikrarsızlaştırmak istediği ve isteyeceği birçok ülkeyi görebiliriz. Bu noktada ABD’nin TC ile olan ilişkileri ciddiyetle incelenmeli ve buna uygun politik görüngüler incelenmelidir. Zira özellikle Ortadoğu politikasında ABD, TC’de dizginleyemediği politikalar nedeniyle bir kriz yaşamaktadır. Kürt hareketinin bu krizden yararlanması ve buna uygun olarak adımlar atması da mevcut kazanımları açısından ve ülkemizdeki hakim sınıfları zayıflatması açısından önemlidir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu